Ekranda Metafor’u Yeniden Yaratmak

Yazan: İrem Uyum

Kapıların ardına geçmeyi irademiz ve bilincimizle tercih ettiğimiz günlerin başlangıcından bu yana epey de bir zaman geçti. Bu süre boyunca aklımızda, hayalimizde ve kalbimizde kurduğumuz manevi sınırsızlığa kilit vurmanın, duvarlara sığınıp aramızdaki maddi mesafeyi aralamak kadar kolay olmadığını görüyorum. Her birimizin bambaşka bir biçimde devam etmeyi seçtiği karantina sürecinde tiyatronun, daha önce çoktan hayatımızın çoğunluğunda yer alabilmiş ekranla buluşmasına şahit olduk. Elbette ki tiyatronun dijital ve ekranla kurduğu ilişki yeni değildi fakat büyük bir çoğunluğumuzun da ilk karşılaşması olduğunu düşünüyorum. Biraz zorunda kalarak biraz da farkında vararak yaşadığımız bu karşılaşmanın, şu dönemde üretmeyi tercih eden birçok sanatçı adına yeni yollar arayıp bulmak için bir harita sunduğunu düşünüyorum. Tiyatronun dijitalle ilişkisi adına kurulan cümlelerin oldukça arttığı şu zaman diliminde ben de oldukça değerli bulduğum Türkiye’den bir örneği sizinle paylaşmak istiyorum. 

İlk kez 2015 yılında İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin santralİstanbul kampüsünün bahçesinde düzenlenen Metafor Festivali, altıncısını bu yıl online olarak gerçekleştirdi. İletişim Fakültesi Sahne ve Gösteri Sanatları bölümünün Yönetmenlik ve Prodüksiyon dersi final projesi olan festivalde, öğrenciler meselelerine yakın buldukları İkinci Yeni şairlerinin şiirlerini performansla buluşturuyorlar. Yoktan var etme dileğiyle yola çıkılan festivaldeki performanslarda, öğrenciler kendi küçük sahnelerini yaratırken atıkları kullanıyorlar. 2015’ten bu yana çöp kutularında buldukları atıkları kullanan öğrenciler; salgın sebebiyle evlerinin bir parçasını sahneye dönüştürmüşler ve atıklarını kendi dört duvarlarının arasından seçmişler. Her bir öğrencinin birbirinin yönetmeni, tasarımcısı ve oyuncusu olduğu ve bu sene YouTube aracılığıyla online olarak gerçekleşen ‘’Metafor’’ Türkiye’de sahne sanatları adına ‘’online festival’’ olarak rastladığım ilk çalışma. Performansların gösteriminin hemen ardından Fulya Peker ve Atanur Memiş moderatörlüğünde ‘’Metaforum’’ adında Zoom üzerinden bir forum gerçekleştirildi. Bu forumda öğrencilerin her birinin deneyimledikleri heyecan verici online performans yolculuklarını dinlemek ve ekran üzerinde görünenin oluşum sürecini anlamaya çalışmak çok keyifliydi. Fulya Peker ve öğrencilerin her biri bu süreç ve kendi yolcukları adına değerli bulduğum cümleler kurdular.

 Normal şartlar altında santralİstanbul kampüsünün dış mekanlarının farklı noktalarına kurulmuş performanslarla seyirciye hareketli bir izleme deneyimi sunan festival bu sefer evlerimizin içine ekranlarımız aracılığıyla konuk oldu. Bu konukluk hala ‘’paylaşıyor’’ olmamız adına önemli bir ifadeye sahip. Ve kurduğumuz bu online birliktelik, performanslarını izlediğim öğrencilerin Metaforum’da süreç hakkındaki aktardıkları deneyimleri duymamla birleştiğinde, bu deneyimin izleyenden çok kuran adına bambaşka bir süreç olduğunu anladım. Öğrencilerden bir tanesi bu online çalışma sürecinin başlangıcında, performansları oluşturdukları üç kişilik ekip arasında hayal ettikleri gibi iletişim kurup çalışamayacaklarını düşünürken, ilerledikçe şiirler üzerinden kurdukları metaforlara çok daha yaklaştıklarını ve bu metaforlar üzerine çok daha yoğun düşünebildiklerini belirtti. Ayrıca, dış mekânda kurdukları iletişime benzemese de başka bir biçimde; yönetmen, tasarımcı ve oyuncudan seyirciye doğru bir nakil gerçekleştirebildiklerini düşündüğünü söyledi.  Bir diğer öğrenci de ilk defa karşılaştıkları online provalarda yalnız hissetmek, karşıya hissettiklerini tam yansıtamama korkusu, sürekli video izliyor ve bunun üzerine çalışıyor olmanın verdiği yorgunluğun kendi adına problemler oluşturduğunu fakat ilk defa deneyimledikleri çok fazla durum ve koşul olduğunu, bunları öğreniyor olmanın heyecanını yaşadığını söyledi. Bu koşulların da performansları üretme ve metaforları kurma konusunda yeni kapılar araladığını da ekledi. Ve gözlemlediğim kadarıyla her bir ekip kendi arasında daha önce kurmadığı bir iletişim de geliştirmiş. Ekranın onlara çizdiği sınırlar dahilinde, kendi aralarındaki sınırlar üzerinden yarattıkları sınırsızlıkları, ellerine evlerinden geçirdikleri materyallerle birlikte yeni bir anlatım biçimine dönüştürmüşler. Bunun yanında kendilerini ve bizleri ne şekilde olursa olsun bir araya getirebiliyor olmanın mutluluğunu yaşıyorlar.

 Her sene festivalin alan seyrini kampüs içinde takip edebilmemiz için çizilen harita bu sene İstanbul’un farklı semtlerinden farklı evler arasında bir çizgide bizimle buluşuyor. Performansların kimini banyoda bir küvetin içinden, kimini bir oturma odasından, kimini dar kapı aralıklarından, kimini pencerelerinin parmaklıklarının ardından kimini ise bir balkon köşesinden ya da evin bahçe kapısının hemen dışından görüyoruz. Ayrıca öğrenciler performanslara çalışırken sadece kendi evlerinin dinamiklerini keşfetmekle kalmamış ekip arkadaşlarının evlerine dair de bir fikir sahibi olmuşlar. Birbirlerinin hareket ve anlatım alanlarını daraltıp genişletecek yönlendirmelerde bulunmuşlar. Ayrıca, kendi özel alanları olan evlerinde ilk defa böylesine bir prova sürecine giren öğrenciler bu deneyimi sadece kendileri ve ekip arkadaşlarıyla paylaşmıyorlar. Performansların bir kısmında öğrencilerin evlerinden insanları ya da evlerinin hemen yanından gelen sesleri işittiğimiz de oluyor. Bu sesler ekranın bize sunduğu yarı temiz çözünürlükle birleşip ekranda yeniden yaratılıyor. Ayrıca öğrencilerin prova süreçlerinde çalıştıkları balkonların karşısında oturan insanların şahitliklerinde de bahsedildi. Ve bir öğrenci, birine oynamıyor olmanın neler hissettirdiği sorusu üzerine aslında her gün karşı balkondaki komşularına  oynadığını ve  komşularının bu durumu ne kadar olumlu karşıladığını da belirtti. Karşı komşuların normallerine misafir olan bu performanslar, öğrencilerin balkonlarını birer sahneye çevirip, komşuların balkonlarını seyirci koltuklarına dönüştürmüş. İlk defa online olarak katıldığım Metafor Festivali’nin pandemi sürecinde gerçekleşmesini, bu koşullarda bizi bir arada tutma görevini üstlendiği için değerli buluyorum. Toplanamadığımız şu günlerde, bizi birleştiren ve küçük alanlarda yaratılan bu performansların bana çok iyi geldiğini ve ilerisine dair düşündürdüğünü belirtmek isterim. Linkler vasıtasıyla çıkılan bu meraklı yolculukların izlerini başka nerede ve nasıl göreceğimize dair çok keskin fikirlerim yok fakat hikayelerini anlatmaya ve üretmeye istekli birilerinin bizi nerede ve nasıl olursa olsun birleştiriyor ve düşündürüyor olması beni çok heyecanlandırıyor. Birbirimize Zoom pencerelerinden bakarken, sonrasında dijitalin bize sunduğu araçları nasıl ve hangi koşullar altında kullanabiliyor olduğumuzu düşünmek için oldukça vaktimiz vardı ve olacak da. Evlerimizin kapılarından gönül rahatlığıyla çıkabildiğimiz günler geldiğindeyse alıştığımızın dışında kuracağımız, yeniden türeteceğimiz anlamlar ve formlar aracılığıyla buluşmak dileğiyle!

Sosyal Mesafeli Tiyatro Neye Benzeyebilir?

Yazar: ALICE SAVILLE

Çeviren: Emre Çakman

Yarısı boş salonlarda meşhur tiratlar izleyebiliriz ya da yeni biçimlere alan açan deneysel tiyatrocuların çalışmalarına daha derinlemesine bakarız.

WhatsApp’in yaratıcı bir şekilde kullanıldığı yapım; ‘The Believers are but Brothers’

Cameron Mackintosh[1] West End’in 2021’e kadar açılmayacağını söyledi. American Theatre’da yayınlanan bir makale[2] ise insanların -mümkün olacağı zamanlarda bile- kalabalık salonlara girmeye tereddütle yaklaşacağından bahsediyor. Tiyatronun, seyircisinin üstüne çöken bu korkuyu sosyal mesafeli bir “yeni normal” anlayışla, salonun üçte birini doldurmuş seyirciye oynanacak meşhur tiratlar ya da kazanç garantili yapımlarla yatıştıracağı yönünde söylentiler var. Onca ‘her şey dahil’ yaratıcı alternatif dururken, tedbir amaçlı, hüzünlü bir uzlaşma olarak kalmadığı sürece tirada da itirazım yok elbette.

Ya tiyatro bu durumu bir atılım fırsatı olarak görürse? Önce denemek mi gerekir? Ya bu bahsettiğimizi yıllardır birçok deneysel tiyatrocu devasa platformlarda kanlı canlı bir şekilde deniyorsa? İşte size önümüzdeki aylar ya da yıllar içinde tiyatronun karşımıza nasıl çıkacağı konusunda birkaç alternatif görüş. Bu örnekler yaşam mücadelesi veren büyük salonların ekonomik açığını kapatmayacaktır fakat gelecekteki tiyatro seyircisi için, tiyatronun her ne pahasına olursa olsun ileriyi gören, yerel, yıkıcı, dolaysız bir sanat olarak korunmaya değer olduğunun bir göstergesi olacaktır.

Arabalı Tiyatro… (ama arabasız olanından)

Almanya[3] ve İrlanda’da[4] insanlar bunu zaten bir süredir deniyor. Onlara bol şans dilerim. ENO[5], Drive&Live[6] adında bir dizi canlı mini opera serisi başlattı bile. Yollardaki trafik sıkışıklığının azalması karantina günlerinin nadir olumlu etkilerinden biri olarak görülse de genç ve kentli seyirci için araç sahibi olma ihtimali hala düşük. Tam da bu yüzden, neden bisikletlilerin, tekerlekli sandalye kullananların gidebileceği, her seyirci için pleksiden yapılmış saydam odacıklara ayrılmış bir açık hava tiyatrosu olmasın?

Terk edilmiş otoparklar, boş araziler, arsalar ve doğal alanlarda tiyatro

Evet, anlıyorum, alanın saydam plastikle porsiyonlara ayrıldığı her şey biraz distopik görünüyor. O halde yayılmaya ne dersiniz? Tiyatro, seyircinin genellikle omuz omuza tıkıştığı bir yapıdır fakat kulaklıklar sayesinde seyirciler sahnede neler olduğunu rahatlıkla duyabilir – Slung Low’un bir limanda sahneledikleri The White Whale (Beyaz Balina)[7] adlı oyunda olduğu gibi. Seyircinin içinde duracağı ya da oturacağı alanları belirleyebilir ve onlara kulaklık verebilirsiniz. Bu sayede aksiyonu -normal mesafede duyacaklarından- daha iyi duyabilirler. Belki aksiyonu görsel olarak büyütmek için de konser stili dev ekranlar kullanabilirsiniz…

Seyircinin yerleşim yerlerinden uzak, özellikle belirlenmiş noktalara götürüldüğü ve kayalık bir çıkıntının üstündeki performansın izlenebilmesi için katılımcılara dürbün dağıtılan bir tiyatro

Sarp yeryüzü şekillerine bir karşılık mahiyetindeki şaşırtıcı dans performanslarının sahnelendiği[8] PINA filmi, Pina Bausch’un doğadan ilham alan koreografisine bir saygı duruşunda bulunur: Yalnız bir dansçının, kırılgan fakat öfkeyle hareket eden bedeni sonsuzluğa uzanan kayalara karşı çıkar. Belki de şimdi, seyircilerin, onlara verdiğiniz pusula ve haritalar yardımıyla yollarını buldukları, dik bir uçurumun kenarında bulutlar dağılırken beliren bir dansçıyı izleyecekleri bir yeniden üretim vaktidir. İzlerken kuşların sesini dinleyebilir, yanlarında getirdikleri atıştırmalıkları yerken ambalajlarını diledikleri gibi hışırdatabilirler.

Süregiden performanslar (dilimli zamanlarda)

2020 LIFT Festival’de Ruth Wilson’ın Second Woman adlı performansı da yer alacaktı.[9] Karşısında sürekli değişen erkek oyuncuların biriken duygusal ağırlığıyla, 24 saat boyunca aynı sahneyi tekrar tekrar oynayacaktı. LIFT’te seyirciler dilerse bütün gösteriyi izlemek için kalabilir ya da -sosyal mesafe çağına en uygun şekliyle- belirli bir zaman aralığı seçebilirdi. Böylelikle seyirci izdihamı yaşanmaz ve süregiden bir performans için hem rahatlatıcı hem de -o an orada olmasanız da- meydan okuyan bir tavır olurdu; Hester Chillingworth’un The Caretaker’ında[10] olduğu gibi: Royal Court Salonu’ndaki sürekli erişilebilir enstalasyon / canlı yayın.

Ayakta izlenebilen ve bölgeye özel tiyatro

Tiyatro biçimleri arasında en dayanıklısı ve devlet yönetimlerinin “parkta virüs kapmazsınız” sözlerinden en çok faydalanan tür olan “bahçede oynanan Shakespeare Oyunları”nı ne tür bir küresel felaket yok edebilir bilemiyorum fakat bölgeye özel ve ayakta izlenebilen oyunlar hem sosyal mesafe hem de ilgi çekici girişimler için oldukça uygun. Shoreditch Town Hall’da sahnelenen Pullman’ın Grimm Tales’i, seyirciyi küçük gruplara ayırıp onlara tiyatronun yeraltı odalarında dolanma fırsatı vererek, her bir mekanı masallardaki rahatsız edici detaylara fon olarak kullandı.

Sınırları enstalasyonla iç içe geçen tiyatro

Canlı oyuncular olmadan tiyatro deneyimi oluşturma konusunda mekan ve ses tasarımının payı oldukça büyük. Enda Walsh’un Rooms[11] adlı idealist ve gittikçe büyüyen çalışması, konteynerlerin soğuk mutfaklara ya da ışıltılı banyolara dönüştürüldüğü bir proje. Seyirciler her alanı 4 kişilik gruplar halinde diledikleri şekilde keşfedebilir, önceden kaydedilmiş monologlarla can bulan oda sakinlerini tanıyabilir: konuşma ritimlerinden parfümlerinin kokusuna, hatta ayak izlerine kadar.

Ayağınıza kadar gelen tiyatro

Kraliyet zamanlarında “gezici tiyatrolar” oyunlarını oynamak için bir köyden diğerine kilometrelerce yürürdü. Günümüz insanlarının ayakları daha hassas fakat çarçabuk bir platforma dönüşen ve içi oyuncu dolu bir kamyonetle de buna benzer şeyler yapabilirsiniz. Kafa mikrofonlarının sinyalleri sihirli bir şekilde evlerdeki radyoya bağlanan oyuncuları duymak ve görmek için herkes perdesini akşamüstü tam 07.30’da açacak. (Tabii, gösteriyi onaylamayan apartman yöneticisi dışında.)

Tesadüfen tiyatro

Tiyatroda en nefret ettiğim şey, Orta Çağ sınıf sistemi benzeri; zenginlerin iyi bir görüş ve bacak mesafesine sahip olduğu, kasabalıların ise çatıdaki sivri kiriş çıkıntılarına oturmak zorunda kaldığı sistemdir. İncelikli bir şekilde tasarlanmış bu demokratik örnekte herkes bir bilet satın alır. Bilet alan herkese, oyunu izleyebilmeleri için bağlantı içeren bir elektronik posta gönderilir fakat yalnızca bir şanslı aile penceresinin hemen dışındaki kaldırımda bisikletlerini zincirleyip, çöp kutusu, begonyalar ve ne olduğuna anlam veremeyen koşucular arasında oyununu oynayan oyuncuları fark edecektir.

Seyirciyi oyuncuya dönüştüren tiyatro

Bir grup yakın tarihli tiyatro oyununda, seyirciyi oyuna dahil olmaya cesaretlendirmek ya da ikna etmek için zarfların içine gizlenmiş yönergeler kullanılıyordu. Jamal Harewood’un The Privileged ya da Christopher Green’in No Show adlı oyunlarında olduğu gibi, seyircinin sahnenin kucağına ne kadar da çabuk atladığını, geceyi yönetmeye veya tanımadıkları bir el tarafından onlar için hazırlanmış yapıyla boğuşmaya ne kadar da hazır olduklarını görmek inanılmaz. Su basmış banyolarında tam teşekküllü bir Penzance Korsanları sahnelenemese de seyircilerin kendi evlerinde oyuna dahil olmayı deneyimlediği bu yöntem, sosyal mesafeyi koruma noktasında da işe yararmış gibi duruyor.

Kaçış oyunları

Birisiyle karantina sonrasında küçük bir odada hapis kalmak korkutucu olabilir ya da rahatlatıcı bir şekilde tanıdık da gelebilir; tıpkı kısıtlayıcı fakat öngörülebilir bir yaşam tarzına Goodbye Lenin tarzı bir geri dönüş yapmak gibi olabilir bu. Her iki şekilde de, bir kaçış oyununa soyut-akıl yürütmeci-korku dolu hayatımda olduğumdan daha hazır olduğumu hissediyorum.

Sizi bir maceraya çıkaran tiyatro

İnsanlar, kapandıkları evlerden çıkmaya başladıkça şehirlerinin hikayelerine ve tarihine daha fazla ilgi duymaya başlayacak. Coney’nin aplikasyon yönlendirmeli mükemmel projesi Adventure 1[12], Londra’nın ümit vadetmeyen kurumsal bir bölgesini ele alıyor ve seyirciye o bölgenin gizli tarihini ve adaletsizliklerle dolu şimdisini keşfetmek üzere rehberlik ediyor, son olarak onları interaktif bir doruk noktasına ulaştırıyordu. Punchdrunk’ın daha yakın zamanlı Kabeiroi’si de benzer bir yaklaşım sergiliyordu: Sesler ve hazine avı stili ipuçları Bloomsbury’i efsanevi bir dünyaya dönüştürüyordu. Hatta belli anlarda kendinizi birileri tarafından kaçırılmış gibi de hissediyordunuz – ancak bugün sosyal mesafelendirme yaya kılığına girmiş oyuncuların seyirciye gelişigüzel dokunmasına izin vermeyecektir.

Dokunmanın olanaklarını araştıran tiyatro

Tiyatroda -dikkatlice- dokunmak muhteşem olabilir: Verity Standen, HUG[13]  adlı çalışmasında izleyicilerin her birine, hayal edilmesi neredeyse imkansız bir yakınlıkta, bir şarkıcının göğüs kafesindeki titreşimleri hissetme olanağı sunuyor. Karantina süreci, insanları -deneysel tiyatronun ister bire bir performanslar yoluyla, ister farklı çeşitlerde duyusal etkileşimler yoluyla araştırmak isteyeceği- bir tür dokunma açlığına yöneltti. Nigel Barret ve Louise Mari’nin The Body adlı çalışmasında her katılımcının kucağına yavaşça ısınan ve titreşmeye başlayan birer bebek verilir. İnsanlara geniş ölçekte farklı yöntemlerle interaktif performanslar sunan Frozen Light Theatre, The Isle of Brimsker adlı projede, hafif esinti altında sallanan kurdeleler ve dans eden ışıklar altında ellerini uzatan seyircilere tıraşlanmış buz yağdırmıştır.

Sanal Gerçeklik

Geçtiğimiz yıl Barbican’da turne yapmış olan Lynette Wallworth’un Collisions adlı çalışmasında seyirci döner sandalyelere oturtulmuştu. Bu sayede istediğiniz yöne bakarken bir yandan etrafı inceleyebiliyor, diğer yandan da Batı Avusturalya’daki nükleer deneyler hakkında bilgi alabiliyorsunuz. VR hikaye anlatıcılığının sınırlarının bulanıklığına işaret edercesine, aynı proje Sundance’de de gösterime girmiştir. “Bu da tiyatro mu şimdi?” diye sormak yerine, öyle sanıyorum ki sanatçıların sinema, performans ve bilgisayar oyunu (gaming) arasındaki kesişimi araştıran çalışmalar yapması için en iyi dönemin içindeyiz.

Canlı yayının (livestreaming) sınırlarını zorlayan tiyatro

Benzer bir şekilde, anlam bakımından kafa karıştırıcı olsa da canlı yayınlanan tiyatro bütün kısıtlılığına rağmen canlılık konusunda henüz keşfedilmemiş olanaklar sunuyor. Javaad Alipoor, The Believers Are But Bothers adlı çalışmasında bütün seyirciyi bir WhatsApp grubuna ekliyor ve seyircinin ceplerini ‘online radikalleşme’ anlatısının görsellerinden oluşan meme’lerle[14] dolduruyor – daha iyi bir tabirle; çok ekranlılığın bir norma dönüştüğü ev yaşantısından bahsediyor. Erişilebilirlik stratejileri konusunda daha başka alanlar da mevcut; sesli tarifler The Encounter tarzı stereofonik seslerin kullanımını sağlayabilir ya da National Theatre’ın Smart Caption Glasses[15] teknolojisinden esinlenilerek sahnedeki aksiyona daha uyumlu, esnek ya da etkileşimli bir yazılı görsellik kullanılabilir.


LIFT’te sahnelenen Phobiarama(2018) – Fotoğraf Willem Popelier

Amacı yeniden kurgulanmış lunapark trenleri

Eleştiri yazdığım yıllarda birisi bana tiyatro oyunlarının asla yemek ya da lunapark trenleriyle karşılaştırılmaması gerektiğinden bahsetmişti. Evet, kabul edilebilir ama iyi bir rollercoaster’ın işe yarayabilecek ve yansıtılabilecek bir anlatı güzergahı vardır: Dries Verhoven, LIFT Festival’deki Phobiarama adlı çalışmasında, seyircinin görüşüne giren ayı kostümü giymiş figürlerden faydalanarak, korku tellallığı ve bilinmeyenden korkmak kavramlarını keşfe çıkan bir iç mekan treni tasarladı. Hobart’ın Dark Mofo festivalinde ise sıradan bir turist teknesi, şişme gözbebekleri ve balmumundan yapılmış kötü karakterleri uzay çağı kuir ikonlarına dönüştüren lazerler tarafından işgal edilerek parçalara ayrıldı.

Kuyrukta tiyatro

Önce bir tiyatro izlemek için bir kuyruğa girdiğinizi sanıyorsunuz. (İkişer metre aralıkla tabii.) Sonra, kuyruğun dar koridorlardan oluşan bir labirente doğru uzayıp gittiğini fark ediyorsunuz. Yoksa coronalı ya da corona sonrası hayatın belirsizliği üzerine tiyatral bir yorum mu bu? Yoksa yanlış kapıdan geçerek ışık masasına mı vardınız? Bundan hiçbir zaman emin olamazsınız fakat kendinizi içki sırasında beklerken ya da öksüren ve kahkaha atan birinin sırtını sıvazlarken bulmayacağınız kesin. Bunu yapmayı ne kadar isteseniz de, yani birazcık bile…

Alice Seville’in 14 Mayıs 2020’de The Exeunt dergisinde yayınladığı “What could socially distanced theatre look like?” başlıklı yazısı Emre Çakman tarafından çevrilmiştir.

ALICE SEVILLE – Exeunt Magazine’de editör ve aynı zamanda Time Out, Fest ve Auditorium gibi dergiler için bağımsız kültür-sanat gazeteciliği yapmaktadır.

EMRE ÇAKMAN – Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi İstanbul Devlet Konservatuvarı Tiyatro Anasanat Dalında araştırma görevlisi, tiyatro oyuncusu.

Kaynak : : http://exeuntmagazine.com/features/socially-distanced-theatre-look-like/?fbclid=IwAR2m4GBpatgqeeufEzsCX32pbv37J7XyeUarUbjVdEmta0lvpwwuDgRsiOM

[1] Sir Cameron Mackintosh (1946-): İngiliz tiyatro ve müzikal yapımcısı.

[2] https://www.americantheatre.org/2020/04/14/survey-shows-audiences-reluctance-to-return-to-the-theatre/

[3] https://www.waz.de/staedte/oberhausen/corona-in-oberhausen-niebuhrg-wird-zum-drive-in-theater-id228906691.html

[4] https://www.galwaydaily.com/news/the-show-goes-on-irelands-first-drive-in-theatre-show-to-take-place-in-galway/

[5] ENO: English National Opera – İngiliz Ulusal Operası

[6] https://eno.org/news/eno-is-launching-eno-drive-live-a-series-of-live-opera-performances-that-audiences-can-safely-drive-to-and-stay-in-their-cars-for-the-experience/

[7] Oyun hakkında bir makale: http://exeuntmagazine.com/reviews/the-white-whale/

[8] https://www.youtube.com/watch?v=_HO97yS4biw

[9] https://www.liftfestival.com/events/the-second-woman

[10] https://royalcourttheatre.com/caretaker/

[11] https://www.barbican.org.uk/rooms-by-enda-walsh

[12] https://coneyhq.org/2016/03/22/adventure-1-2016/

[13] Hug: Kucaklama, sarılma.

[14] Meme: [ing.] Kısa sözlerle görselleri birleştirip günlük durumları yorumlayan bir internet paylaşım biçimi.

[15] National Theatre’ın duyma zorluğu yaşayan seyirciler için tasarladığı, oyunun metnini ve sahnedeki sesleri -oyunla eşzamanlı biçimde- yazılı bir şekilde görmenizi sağlayan gözlük teknolojisi.

Polonya’da Pandemi Süreci ve Tiyatro

Röportajı Hazırlayan: Gonca Çelik

“Ve tiyatro da yeni dünyayı anlamak için farklı, yeni yollar arayacak.”


GalataPerform tarafından sahnelenen Tato oyunun yazarı Artur Palyga ile Polonya’daki pandemi sürecini ve tiyatroyu konuştuk.

1. Genel olarak Polonya’daki tiyatrolar pandemiyle nasıl başa çıkıyor?

Tiyatroların pandemiyle başa çıktığını söylemek çok zor. Aniden her şey durdu. Bir gecede provalar, hatta üstüne aylar harcadığımız prömiyerler iptal oldu. Polonya’daki tiyatrolar temelde devlet, şehir ve belediye tiyatroları gibi kamusal tiyatrolardan oluşuyor. Çoğu profesyonel oyuncular bu tarz tiyatrolarda çalışıyor. Yine bu tiyatrolarla çalışan ama orada kadrolu olarak bulunmayan birçok sanatçı da mevcut. Ayrıca birkaç önemli özel tiyatro ve geçimini başka şeylerden sağlayan sanatçılar da var. Herkes büyük bir bilinmezle karşı karşıya kaldı. Günden güne kamusal tiyatrolar devletin bütçesine yük olmaya başladı. Devletin, şehirlerin ve belediyelerin zaten pandemiden dolayı başka giderleri de olduğu için tiyatronun gelecekteki durumu belirsizleşti. Köklü birikimlere ihtiyaç var. İşten çıkarılma endişesi giderek büyüyor. Kamu tiyatrolarında çalışmayan sanatçılar herhangi bir geçim kaynağı olmadan ortada kaldılar. Devlet bir kereye mahsus olmak üzere büyük şehirlerde kira indirimi uyguladı. Ayrıca, kesinlikle herkese yetmeyeceği belli olan bir yardım bütçesi de var. Sanatçıların durumu hızla kötüleşiyor. Çoğu iki aydır hiçbir şey kazanmadı.

Tiyatrolar performanslarının kayıtlarını ücretsiz yayınladı. Internet üzerinden yapılan bazı provalar var. Bunun sonuncunda online prömiyerler de olacaktır. Ama bunun geçici, yedek bir plan olduğunu herkes biliyor. Karantina bittikten sonra bile insanların hemen tiyatroya dönmeyeceği endişesi de var. Gerçekten bir mucize umuyoruz.

2. Dünyanın farklı yerindeki tiyatrolar oyunlarını ya online yayınladılar ya da canlı yayın üzerinden farklı tiyatrolar ürettiler. Sizde durum nedir? Online yayınlamak hakkında ne düşünüyorsunuz? Başka çözümler buldunuz mu?

Polonya’da canlı yayın değil de online yayınlamak daha yaygın. Bunlar, çoğunlukla büyük bir seyirci kitlesi için çekilmemiş kayıtlar. Bu performansları canlı görenler için manevi değerleri yüksek. Tiyatrolarda prova yok. Oyuncular evde oturuyor, yani herhangi bir canlı yayın yok. Sadece bir istisna ile karşılaştım.

Diğer çözümler? Daha yeni, Katowic’deki Silesian Tiyatrosu için “Pandemons” adlı bir oyun bitirdim. Tiyatrodaki tüm oyuncular evlerinde prova yapıp oynayabilecekler. Monologlar ve sanatçıların ailelerinin, çocuklarının ya da birlikte yaşadıkları partnerlerinin olduğu kolektif sahneler var. Yönetmen internet üzerinden bu sahneleri yönetecek. Bakalım nasıl olacak.

3. Pandemiden sonra tiyatroya ne olacak? Tiyatroda çalışan veya bu alanla ilgilen insanlar olarak bu durumdan ne ders çıkarmalıyız?

Pandemiden sonra tiyatroya ne olacak bilmiyorum. Bazen en karanlık düşüncelere kapılıyorum. Yönetmen bir arkadaşım “Biz bir ihtiyaç değilmişiz” dedi. İnsanlar tiyatro olmadan da hayatlarına devam edebiliyor. Yürümeden, ormanlar olmadan, filmler ya da spor olmadan yaşayamıyorlar ama tiyatrosuz yaşayabiliyorlar.

Tiyatroların seyircilerin geri dönmesini beklerken saçmalamalarından korkuyorum. İnsanlar kapalı tiyatro salonlarına girmeye isteksiz olacak ve tiyatrolar saçma ve komik şeyler sunarak onları çekmeye çalışacak. Ki bu da başka bir düşüşe sebep olacak.

Yine de bazen daha iyimser düşüncelere kapılıyorum. Herkesin eskisi gibi, hatta tiyatroyu çok özlediklerinden eskisinden bile daha hevesli şekilde tiyatroya döndüklerini hayal ediyorum. Ve tiyatro da yeni dünyayı anlamak için farklı, yeni yollar arayacak.

Bu durumdan ne öğrendiğimizi konuşmak için henüz çok erken bence. Hala bu durumun içindeyiz ve iki ay daha böyle giderse daha garklı bir duruma, altı ay böyle devam ederse daha farklı ve daha uzun sürerse tamamen farklı bir duruma dönüşecek. Bunun dünyadaki ilk büyük felaket olmadığını ve tiyatronun hala devam ettiğini düşünerek kendimizi teselli edebiliriz.

4. Bütün performanslar iptal olduğundan tiyatrolar ekonomik açıdan çöküşte. Bu ekonomik durumu düzeltmek için aklınızda geleceğe dair ne tür planlar var?

Belki afet fonu oluşturulabilir. Her tiyatro kendi fonuna sahip olabilir bu tür durumlar için. Ya da bir sosyal güvence sistemi yaratılabilir tiyatro emekçileri için. Tiyatronun bu kadar uzun süre çalışamayacağı bir durum için kimse hazırlıklı değilmiş. Bu ortaya çıktı. Kimsenin stoku yok. Bu kadar uzun bir süreyi atlatacak kimsenin birikimi yok. Bu durumu belki düşünerek çözebiliriz. Ama böyle bir durumda birikim yapmaktan bahsetmek şaka gibi geliyor. Şu zamanda devlet kurumlarının yardımı olmadan afet fonu oluşturmanın imkansız olduğunu düşünüyorum.

Bundan Sonra Tiyatro Nasıl Olacak?

Derleyen: Gonca ÇELİK

Birçoğumuz “tiyatrolar ne zaman açılacak” diye endişelenirken, The Stage editörü Alistair Smith, “The big question is not when theatres will reopen, it’s how[1] yazısında sormayı unuttuğumuz soruları soruyor ve çözüm aramak için tiyatrocuları birlik olmaya çağırıyor. Tiyatroların Eylül ayında veya gelecek yıl Ocak ayında açılması konuşuluyor. Önemli olan bu değil. Önemli olan tiyatrolar açıldığında tam kapasite çalışabilecek mi? Eğer kısıtlı bir kapasiteye izin verilecekse bu ne kadar sürecek? Kulis ve sahne çalışanları için ne tür kısıtlamalar olacak ve bu, çalışan sayısını nasıl etkileyecek? İnsanlar tiyatroya gelirken eskisi kadar rahat hissedebilecek mi? Toplu taşımayla mı, özel araçla mı gelecekler? Toplu taşıma kullanan insanlar daha çekingen davranacak belki tiyatroya tekrar gelmek konusunda. Oturma düzeni nasıl olacak? Ne gibi kısıtlamalar olacak? İşte tüm bu soruların cevabını aramak için Alistair Smith tiyatro emekçilerini birlikte olmaya ve plan yapmaya davet ediyor. Aksi takdirde bu planı devletin onların yerine yapacağının da altını çiziyor.

            Georgia Snow, The Stage’deki “Coronavirus: Programming could become less adventurous, artistic directors warn”[2] yazısında benzer kaygıları paylaşıyor. Derby Theatre’ın sanat yönetmeni Sarah Brigham’ın da içinde olduğu bir grup korona virüsten sonra tiyatro yapımcılarının daha az riskli işlere yer verip deneysel çalışmalara alan tanımayacağından endişe ediyor. Pandemi süreci tiyatroları üretim açısından çok zorda bıraktı ama en çok da ekonomik olarak yıkıma uğrattı. Bu durumun yapımcıları ekonomik kaygıyla hareket edip gişe yapacaklarına emin oldukları işleri listeye alıp diğer işleri görmezden gelmesine sebep olacağını iddia ediyorlar. Öyle ki “Bu oyunu programa koyamayız çünkü seyirci çekmiyor” gibi eski bahanelerin geri gelebileceğinden bahsediyor Brigham. ATC (Actors Touring Company) sanat yönetmeni Matthew Xia, Brigham ile aynı endişeleri paylaşmakla birlikte, ATC gibi daha küçük tiyatroların bu durumda ayakta kalıp, tiyatroyu eski haline getirmekte daha başarılı olacaklarını savunuyor. Bu tarz tiyatrolar zaten virüsten önce de kapasitesi 60 ve 200 arasında değişen toplulukların karşısına çıkıyorlardı. Ayrıca Xia, virüsten sonra ortaya çıkması beklenen bir araya gelme korkusunun insanları seçimlerinde daha titiz yapacağını da iddia ediyor. Böylelikle insanlar gerçekten iyi buldukları işlere gitmeyi tercih edecekler. Matthew Xia’a göre daha az riskli işler aslında çok küçük bir kitleye hitap ediyor. Bu yüzden yapımcıların programlarını hazırlarken daha dikkatli olması lazım. Tüm bunların yanında, çoğu tiyatro emekçisi işsiz kalma endişesi içinde. Yapımcıların işleri riske atmamak için bilindik oyuncular veya halihazırda bilinen yönetmenlerle çalışıp diğerlerine çok şans tanımayacağını düşünüyorlar. Eğer virüsten önce herhangi bir programın içinde değilse, virüsten sonra olması çok düşük ihtimal.

            Son olarak Katie Hawthorne, yine The Stage’deki “Live-streaming: digital may not save theatre but it can help shape the industry after Covid-19[3]”adlı yazısında, sadece canlı yayın ve dijital tiyatro arasındaki farkı belirtmekle kalmıyor, aynı zamanda “Bundan sonra tiyatro nasıl olmalı?” sorusuna bu süreçte karşılaştığımız sorunlardan yola çıkarak cevap veriyor. Tartışmayı canlılık üzerinden başlatan Hawthorne, “canlılık” kavramının, günümüze kadar nasıl değiştiğinden ve farklı platformlarda farklı seviyelerde deneyimlendiğinden bahsederken Facebook ve Instagram’ın canlılığının bile bir tutamayacağımızı ve her birinin kendine has bir deneyim olduğunu söylüyor. YesYesNoNo’nun kurucucu Sam Ward, canlı yayının da aslında tiyatroya gidip izlemek kadar farklı ve özel bir his olduğunu anlatmak istedik diyor son gösterileri “The Accident Did Not Take Place” için. Edinburgh ve Berlin’de gördüğü oyunlar üzerinden canlılığın tiyatrocular tarafından farklı şekillerde ortaya çıkarıldığından bahsediyor. Sanal gerçeklikle kurulan hatta bir robot tarafından sahnelenen bir oyun bile varken canlı yayın yapılan oyunlara takılı kalmamak gerek. Tam da bu noktada canlı yayın ve “digitally aided theatre” (dijitalle desteklenmiş tiyatro) arasında ayrım yapıyor. Bugün dijital tiyatro deyince akla ilk gelen online yayın yapan tiyatrolar, tabii ki de tiyatroyu olduğu durumdan çıkarmayacaklar. Buna karşın eğer tiyatro dijitali kendine araç edinip bu konuda eksikliğini görürse korona virüs sonrası tiyatro kendine bambaşka bir yol çizebilir. İngiltere’deki tiyatroların virüsün getirdiği bu süreç içinde dijital gelişmeyi destekleyecek altyapısının olmadığının ortaya çıktığını söyleyen Hawthorne, aynı zamanda sanatçılar için de eğitimlerin düzenlenmesi gerektiğini savunuyor. Benzer şekilde Lyn Gardner,“Digital presents a challenge to theatre – YouTube is not always the answer”[4] yazısında Curious Directive gibi VR ve AR teknolojilerini kullanan tiyatroların istisna olduğundan yakınıyor. İngiltere’deki tiyatrolar dijitali pazarlama anlamında çok fazla kullanırken, yeni şeyler denemek ve araştırmak için yeterli teknoloji departmanlarına sahip değiller. Bu çalışmalar yapılmadan ve dijitalleşmeye karşı olan önyargı yıkılmadan dijitalleşmenin tiyatroyu kurtarmasını bekleyemeyiz.


[1] Asıl soru tiyatroların ne zaman açılacağı değil, nasıl açılacağı. 29 Nisan 2020

[2] Koronavirüs: sanat yönetmenleri uyarıyor, program hazırlamak daha az cüretkâr olabilir. 27 Nisan 2020

[3] Canlı yayın: Dijitalleşme tiyatroyu kurtarmayabilir ama Covid-19 sonrası endüstriyi şekillendirmeye yardım edebilir. 30 Mart 2020

[4] Dijital Tiyatroyu Mücadeleye Sokuyor- YouTube Her Zaman Çözüm Değil. 11 Mayıs 2020

Milo Rau, Korona üzerine: ‘’Bundan ders almazsak, sıçtık demektir.’’

Simon Meier

Çeviren: Erce KARDAŞ

Milo Rau, İsviçreli bir yönetmen, Köln’de bir ailesi, Belçika’da ise bir tiyatrosu var. Korona onun için yaşlı beyaz adamın hastalığı. Dünyanın bu sessiz hali onun için coşku ve umut anlamına geliyor.

Milo, Korona ilk etkisini gösterdiği zamanlar yaşamını Almanya’da değil, Brezilya’da sürdürüyordun. O günü bana anlatabilir misin, ne zaman sen ve diğer insanlar ‘’Evet, artık devam edemeyeceğiz, tek yol eve gitmek.’’ kararını verdiniz?

Amazon’daki ‘’Topraksız Köylü Hareketi’’ ile birlikte iş birliği yapıyorduk. Yani, Bolosonaro’nun bir açılış konuşmasında, monokültüre sahip oldukları için silah şiddeti ile tehdit ettiği iki milyon ailenin temsilcileriyle. Anlaşmamız, Amazon bölgesinde ilk vaka tespit edilince iptal edildi. Enfekte olma ihtimali olan ‘’Topraksız Köylülerin’’ ve yerli halkın ailelerine geri dönme riskini göze almak istemedik ve hastalığın yayılmasını önlemek istedik. Mart ayının ortalarıydı.

Ve sonra ilk vaka ile karşılaşıldı?

Evet. Hatta eyaletteki ilk vaka – İtalya, İspanya ve Almanya’nın toplamı kadar geniş bir alandan bahsediyorum. ‘’Topraksız Köylü Hareketi’’ ile bir karar aldık: İşte o an geldi. Kasım ayında devam edeceğiz. İkna olması zor bir durumdu. Hatta paranoyakça bir histi. Çünkü kendi tiyatrom ve benim bölgemdeki tüm okullar kapanmış, insanlar karantinaya girmişken, Brezilya’dakiler hala bu durumun onları etkilemeyeceğini düşünüyordu. Bu duruma karşı, saf bir iradeyle başa çıkılabileceklerine inanıyorlardı. Evet dedim, bunu biz de düşünmüştük. Örneğin, ben gerçekten Korona’nın İtalya’yla sınırlı kalacağını, bu yüzden bir noktaya kadar Alpler’i geçmeyeceğini düşündüm. Biz Avrupalılar bunun üstesinden gelebilirdik.

Kulağa ‘’Gotthard Fetişizmi’’ gibi geliyor.

Çok tatlı, değil mi? İsviçre’den Almanya’ya zarif bir şekilde geçti. Tıpkı II.Dünya Savaşı’ndaki silah teslimatları gibi. O sırada biz Brezilya’da Brasilia şehrinin güneyinde olan Sao Paulo’ya doğru yol alıyorduk. Çünkü uçuş imkanı olan tek şehirdi. Nisan sonundaki uçuşlarımız zaten iptal edilmişti ve Avrupa sınırları kapatmıştı. Sao Paulo’da uçakta bir yer alabilmek için bekledik. Amsterdam’da indim ve ilk trenle Köln’e doğru yol aldım. Almanya’da çalıştığım bir kurum olduğuna dair fazladan birkaç belge yollatmıştım. Ama gümrükte kimsenin umurunda olmadı.

Şimdi ailenle evde misin?

Kız arkadaşım, iki kızım ve Minzi ile beraberim. Minzi kedimiz.

Evde eğitim mi alıyorsunuz?

Tabii ki. Ben matematikte çok iyiyimdir. Ama on yaşındakiler benim kadar iyi olamıyorlar.(güler) Bir de şunu fark ettim. Kızlarım, benim bir yetişkin olarak hayatımda kullandığım her şeyi biliyor. Toplama, çıkarma, çarpma, bölme, hepsini, ben sadece bunları kullanıyorum. Diğerleri,  nasıl desem, inek öğrenciler için. On yaşına kadar zaten hepsini öğrenmiş oluyorsun. Büyük kızım on iki yaşında ve İngilizcesi benden daha iyi. Fransızca’da ona biraz katkı sağlayabiliyorum ve aynı zamanda Almanca ve tarih dersinde de birkaç tüyo verebiliyorum.

Hiç yoktan iyidir.

Diğer tüm derslerde, evde eğitim yoluyla öğrenme sürecini yavaşlatma eğilimindeyim. (birden zıplar)Bekle, kediyi dışarı çıkarmam lazım, onu buraya kilitlemiştim. Kızlarım beni rahatsız etmesin diye. 

Çoğu kişi Korona’yı demokratik bir hastalık olarak tanımlıyor, demokratik bir tehdit olarak. Sen de öyle düşünüyor musun?

Böyle bir etki yarattı. İlk başlarda zenginlerde de görüldü, hareket halindeki küresel elitlerde. Ama hastalığın elitlerde görülmesi, demokratik olan tek andı. Ayrıca vebada da durum aynıydı. Demokrasi görüldüğü gibi kayboldu. Çünkü onlar acile gidebildiler ya da özel sigortaları sayesinde iyileşebildiler.

Ya da, İsviçre’de olduğu gibi, tıbbi bakım da dâhil olmak üzere korkunç miktarda parayla 24 saat otel odası hizmeti satın almak gibi.

Aynen öyle. Eğer bir gecekonduda yaşıyorsan, solunum cihazın yoktur ve hikâye de son bulur. Brezilya’da bu durumu görüyoruz, aynı şekilde mülteci kamplarında da. Hindistan’da göçmen işçiler destansı bir şekilde evlerine doğru yürürken, sokağın ortasında açlıktan ölüyorlar.

Normal şartlar altında sürekli dünya turu yapıyorsun. Kongo, Ruanda, Rusya, Irak ve Brezilya gibi ülkelerde yüksek politik malzemeleri kullanarak insanlarla projeler oluşturuyorsun.  Bu birdenbire gelen sessiz süreçle nasıl başa çıkıyorsun?

Tabii ki, tüm sanatçılar gibi özellikle de ekonomik açıdan endişelerim var, ama onları mülteci kamplarındaki durumla karşılaştırırsanız, varoluş korkularımız ne kadar önemli? Sonra birkaç proje iptal edildi. Bu yüzden kendimden bahsetmek bana saçma geliyor, ama aynı zamanda anarşist bir neşe hissettiğimi de itiraf etmeliyim: Prodüksiyon şirketim ve tiyatrom da dahil olmak üzere bu devasa makine çok kolay bir şekilde durdu.

Çalışamadığından dolayı mutlu musun?

20 yıldır deli gibi çalışıyorum. Şimdi de deli gibi çalışıyorum. Bütün gün yazıyorum. Telefon görüşmeleri, canlı yayınlar ve podcastler. Geçtiğimiz birkaç hafta içinde kaç kişinin bunları izlediğini, uluslararası olanlar da dâhil, bunların tartışmalara nasıl yol açabileceğini öğrendim. Örneğin, Moria’daki mülteci kampına, güney İtalya’daki bir kampa ve Brezilya’daki ‘’topraksız köylü hareketine’’ canlı yayınla bağlanabiliriz: Küresel sorunlar için küresel iletişim. Aynı zamanda gelecekte sürekli uçmadan, politikada ve sanatta nasıl çalışmak istediğimizi düşünmeliyiz. Bu süreçte son derece hızlı öğreniyoruz.

Görünüşe göre akut bir varoluş korkun yok.

Var. Gent’te yönettiğim tiyatro bir devlet kurumu. Yaza kadar internet üzerinden yayınlar ile devam edip, yazı boş geçirsek bile bir kurtarma stratejileri var. Ama özel olarak kurduğum ve kendi işlerimi ürettiğim prodüksiyon şirketim (das IIPM, International Institute of Political Murder) yokuş aşağı gidiyor. Noel paralarını daha yeni ödedik. Yılın başı en verimli dönemimiz. Büyük turnelerin, yazın olacak festivallerin hazırlık dönemi. Bunların hepsi iptal edildi. Onlarca, yüzlerce turne gerçekleşmeyecek. Bunlardan gelecek para öylece yok oldu. Sanat tıpkı bir İtalyan restoranı gibidir. Eğer pizza satamazsan, sonun yaklaşıyor demektir: Kimse mükemmel bir pizza ustasısın diye, sana para vermez.

Bütün bunlara rağmen anarşist bir neşe ve esaslı bir rahatlama.

Mesela Cenevre’de bir opera sahneliyorum. Normal şartlar altında dramaturglar sürekli uçakla yolculuk halinde olurlardı ve bir hafta öncesinden programlı bir şekilde on kişinin takvimine göre organize olunurdu. Artık hiç plan yapmadan, Zoom ile on dakikanın doğrudan yeterli olduğunu fark ediyorsunuz. Bu bir hayal kırıklığı olsa da, aynı zamanda bunun iyileştirici ve özgürleştirici olduğuna inanıyorum.

Ne ölçüde?

Aniden, kapitalist elitlerin, tüm bu tasarımcıların, yöneticilerin, profesyonel değerlendirmelerin ve tartışmaların, “gerçek” çalışmaların haftada bir video konferansla yapılabildiğini fark ettik. Şans eseri, eğer küresel burjuvazi evde kalırsa ve hiçbir şey yapmazsa, bunun tüm sorunlarımızın çözümü olduğunu gördük. Onlara ihtiyaç yok, işe yaramazlar. Son derece güzel ve sakinleştirici bir deneyim olduğunu düşünüyorum.

Küresel ısınmanın, yöneticilerin jetleri ve benzerleri olmadan daha iyi yönetilebileceğini söyleyebilir misin?

Evet. Eğer bu durumdan ders almazsak, gerçekten düzüldük demektir. Ayrıca bunu hak etmiş de oluruz. Korona, iklim çöküşünün bir genel provası. Birkaç nesil boyunca durmanın mümkün olmadığı söylendi. Hepimiz piyasanın sadece küçük kuklalarıyız, sermaye büyük oyuncu ve peşinden gitmemiz gerekiyor. Ancak Korona sayesinde devletler, bazen biraz faşist bir şekilde de olsa: ‘’Şimdi her şeyi kapatıyoruz, sınırlar kapatılıyor, büyük şirketler kamulaştırılıyor.’’ dedi. Almanya’da vatandaşlık geliri bile tartışılıyor, Portekiz’de mültecilerin şartları düzenleniyor, kâr ekonomisinden yaşam ekonomisine geçiliyor. Veya daha basit bir ifadeyle: herkesin her zaman hareketli olması ve çalışması gereken tüm kapitalist çark, bir yalan maskesiydi. En azından Batı Avrupa’da, asgari çalışma ücreti artık sürdürülebilir değil.

Dolayısıyla iş, kapitalizm ve hareketlilik önemsiz. Son zamanlarda bir de petrol.

Biz petrol medeniyetiyiz. 19. yüzyılda kömür vardı. Ondan önce odun vardı ve yüz yıldır da petrolümüz var. Petrol fiyatı birkaç gün önce sıfırın altına düştüğünde, bu tarihte ilk kez yaşanıyordu, hemen bir besteciden borsanın bu eğrisini Wagner’in tarzıyla notaya dökmesini istedim. Yeni canlı yayınımız, “Direniş Okulu”nun jenerik müziği bu olmalı. Çünkü bu post-kapitalist gelecekten gelen bir melodi gibi kulağa çok güzel geliyor.

Çakır keyif bir durum gibi.

Tiyatrodaki bir başka besteci şu anda sahne için bir çocuk korosu teması üzerine çalışıyor. “Bella ciao” tarzında yeni bir halk müziği olmalı. Walt Whitman’ın 19. yüzyıl şiiri “I Body The Body Electric” den esinlenerek “petrol fiyatının sıfırın altına düştüğü gün şarkı söylüyorum” sözleriyle bir beste yapıyor. Benim için bu şiir her zaman estetik olarak bireysel kapitalizmin başlangıcıydı. Şimdi bu estetiğin sonuna geldik.

Görüyorum ki opera akımındasın. Cenevre, Wagner, korolar… Tiyatro yönetmenleri çok başarılı olduklarında opera yapıyorlar. Sen de mi?

Evet, aynen öyle, yönetmenler kariyerlerinin son aşamasına geldiklerinde Mozart, Bach ve Wagner ile içli dışlı oluyorlar. Schlingensief, Bayreuth’dan sonra kansere yakalandı. O zaman biraz daha hızlı olmam gerekiyor.

Bir keresinde Korona’nın postmodern egoların uzun zamandır olmak istediğimiz şeye, yani kurban olmaya izin verdiğini söyledin.

Hipsterlar tam da şu anda ölebilme ihtimalleriyle yüzleşiyorlar. Hepimiz kendimizi daha önce hissetmediğimiz kadar değerli hissediyoruz. Evet, Korona mükemmel bir salgın, ama bir yere kadar, çünkü gerçeğin başkalarına tekrar vuracağını biliyoruz: zayıflara, yaşlılara, Üçüncü Dünya’da karantinayı maddi olarak karşılayamayan insanlara. Boccaccio bunu “Decamerone” da çok güzel anlatıyor…

Dikkat, şimdi zorunlu «Decamerone» alıntısı geliyor!

… Floransa’da veba şiddetleniyor ve elitler lüks köy evlerine sığınıyor. Dünya nüfusunun yüzde 80’i için Avrupa’da yaşadığımız şey, cennet hayali. Rahat bir yerde yaşamak, yürüyüşe çıkmak, yiyecekler kapınıza geliyor ve para kazanmak için günde birkaç dakika Skype görüşmesi yapmak zorundasınız. Bu neoliberal kimlik politikalarının bir karışımı – bana dokunma, güvenli alanımda kalmak istiyorum – ve Küresel Güney’in emekçi kitlelerinin sırtında elit bir yaşam. Mükemmel bir postkahramancılık (postheroic) durumu: Evde oturabilir ve Birinci Dünya Savaşı’ndaki Thomas Mann veya Rilke gibi bir şekilde cephede hissedebilirsiniz.

Savaştayız. Ama vurulmuyoruz. Öyle mi?

Hatta şunu bile söyleyebilirim. Aslında bu kendi kendimize başlattığımız bir savaş. Korona çok kötü bir hastalık olabilir. Ama asıl virüs Kapitalizmdir. Ve yine de küçük bir ihtimal vurulabiliriz. Hepimiz ölen birinin tanıdığı birini tanıyoruz, öyle değil mi? Ve küresel çapta bir şeyler yapmamızın sebebi de bu: Yaşlanma, batı toplumlarını orantısız olarak etkiler. Korona, beyaz yaşlı adamın bir hastalığı. Ve bu şanssızlık içinde şans. Eğer öyle olmasaydı, Korona sıtma gibi olurdu: Yılda yaklaşık yarım milyon insan sıtmadan ölüyor. Koronadan çok daha fazla. Ama sıtma yüzünden hiçbir sınır kapatılmadı. Sıtmaya karşı koruyucu ilaçlar var. Ama Afrika için çok pahalılar.

Sana göre Korona ile ilgili en sıra dışı olan şey nedir?

Öncelikle toplumun merkezlerini etkileyen bir hastalıktır. Çevreye hızlı yayılan radyasyonun bizi etkileyeceğine daha çok inanıyordum. Ama aslında o açıdan bakarsan demografi tamamen farklı, o durumda insanlar daha genç. Alaycı gerçek şu ki, Güney Yarım küre Korona’dan değil,  Korona’nın sonuçlarından ölecektir: ekonominin çökmesinden, fiyatların yükselmesinden, tedarik zincirlerinin bozulmasından, açlıktan. Benim için diğer alaycı gerçek süreç şudur: modern zamanların başlangıcında, grip veya kızamık gibi hastalıkların boy gösterdiği zamanlarda tüm uygarlıkları çekirdeğe, yani biz Avrupalılar onları yeni sömürgeleştirilen Amerika’ya getirdik. Ancak Korona dünyanın yeni merkezinden, Çin’den Avrupa’ya geldi. Bugün dünya ruhunun yaşadığı yer için biraz karanlık bir metafor olsa da, çok güzel değil mi?

Çağ değişimi mi? – Salgın krizinde Dijitallik ve Tiyatro

Dünyanın dönüşümü ile ilgili düşünceler

Christiane Hütter

Çeviren: Erce Kardaş

Dünyanın Dönüşümü 1. PERİPANDEMİK TİYATRO

Like it or not, we live in interesting times.

Eski dünya geride kaldı, şimdi yenisi başlıyor. Fakat bize soran olmadı. Biz toplum olarak, tiyatro yapanlar olarak konfor alanımızdan çıkmak istiyor muyuz? Eski dünya birden kayboldu. Öyleyse devam edelim, aptal gibi davranalım ve başka bir yapıya, bize yabancı bir dünyaya girdiğimizi varsayalım. Farklı boyutları ele alarak araştırmak zorundayız.

Karada yaptığımız tiyatronun aynısını suyun altında yapabilir miyiz? Bilinmeyen bir bölgeye girdiğimizde onu dikkatli bir şekilde araştırır ve analiz ederiz. Sonuçlara dayanarak, sürdürülebilir olmak ve tasarım alanı yaratmak için malzeme ve stratejileri uyarlarız.

Krizi fırsata çevirmek diyebiliriz, evet, hayır, belki. En azından tiyatrolar boşken, dijital tiyatro üzerine düşünme vakti. Şu an eksik olan şey, insanların bir arada toplanabileceği, beraber bir deneyim yaşayabilecekleri bir alan değil mi? (making memories)

Tiyatroda dijitallik kavramı Korona’dan sonra çıkmadı. Şu an tam da, bireysel tasarım ilkelerini tartışmak yerine, tiyatro bu durumdan nasıl fayda sağlar, dijital düşünme biçimlerini ve çalışma pratiklerini nasıl kullanılacağına dair tartışmaların yapılacağı zaman:  Kim yazılım programları üretiyor ya da örneğin kim oyun tasarımı yapıyor? Dijital alanda HER ZAMAN sıfırdan başlanılır. Dijital alan hiçbir kalıbı kabul etmez, hep yeni bir sistem yaratır.

Eski dünyamızda tiyatronun nasıl yapıldığını biliyoruz. Daha önce hiç gitmediğimiz tiyatrolarda yolumuzu bulabiliyoruz, çünkü tiyatronun prensiplerini öğrenmiştik. Durumun kendisi, onunla ilişkili ritüel, sosyal çerçeve, tüm gelenek ve anlaşmalar zaten orada.

Yeni dünyada, online only (sadece internet üzerinden); bu durum farklı mı? Yeni yapının koşullarını henüz iyi bilmiyoruz. Ama buna rağmen sizi online tiyatro deneyimlerimize davet etmek istiyoruz. Bu da ne böyle: Online Tiyatro?

DİJİTAL MİSAFİR Boyutu

Seyirci nereye yerleşecek? Vestiyer var mı? Bar? Peki davetliler listesi? Nasıl alkışlanıyor? Bilet satışından bahsetmiyorum bile. Deneyimin başlangıcı ve bitişi, bireyin eylem imkanları ve araç seçimi burada belli bir çerçevede tanımlanmamıştır. Ama, tıpkı fiziksel alanda olduğu gibi, izleyiciler neye davet edildiklerini bilmek ister!

Asıl içeriği ve dijital formatları oluşturmanın yanı sıra, bundan daha iyi bir çerçeveye ihtiyacınız vardır: çevresiyle tutarlı bir şekilde tasarlanmış bir dünya.

Oyuna nasıl giriliyor? Oyundan nasıl çıkılıyor?

Yeni yazılım veya bilgisayar oyunları için; örneğin, başlangıç kısmını eğitici bir seviyede yapıp, kullanıcıların öğrenme deneyimlerine göre, bu formatın nasıl kullanılacağını ve en cahil kabul edilen kullanıcılar için optimize edilmiş bir şekilde, onlar için adım adım pratik bir rehber oluşturarak hazırlanmalı: en cahil kullanıcıların da dahil olabilmesi için. Çünkü başlangıçta oyunun içine giremezseniz, kesinlikle içerde kalamazsınız.

Eğitim videoları sadece altında yatan teknolojiyi açıklamamalı (Bu ‘’Jitsi’yi’’ nasıl kullanırım?), Aynı zamanda bir tür ‘’online internet etiği’’ çerçevesinde sosyal ilişkiler de kurmalı (Kim ne zaman konuşacak?). “Evimizin” kurallarını açık ve net bir şekilde formüle etmeliyiz.

Her zaman bir gerçeğin farkında olmalıyız:

Daha önce orada olan ve birçok insanın tiyatro olmadan da deneyim kazandığı bir dünyaya ev sahipliği yapıyoruz. Ara vermek istediğimiz bölümü, tıpkı tiyatroda yaptığımız gibi tanımlayabilir ve tasarlayabiliriz. Kamusal alanda çalışmaya başladığımızda,  yerel özellikleri ve gelenekleri kabullenip, onlarla başa çıkmayı öğreniriz. Dijital alanda da bu durum farklı değil. Bazı gelenekler bizi şaşırtabilir – ancak, geçici yüksek kültür sömürgeciliğini nasıl şekillendirebileceğimizi düşünmek yerine, o gelenekleri açıklık ve saygıyla ele almalıyız. Kedi videosu paylaşan her insan aptal değildir. Ama belki de her iki dünyanın en iyilerinden heyecan verici bir sinerji oluşur.

MEKAN VE ZAMAN Boyutu

Eski dünyanın tiyatrosu, mekansal koşullara göre, bilerek seçilmiş ve bilinçli olarak tasarlanmış bir sahnede gerçekleşirdi. Bu sanal formatlar için ne anlama geliyor? Dolayısıyla daha mı az tasarım yapmalıyız? Tam tersi olmalı. En doğru yolu bulmak için deneyip yanılmak zorundayız. Örneğin, iyi bir dijital sahne tasarımını ayıran özellikler nelerdir? Fonksiyonel ve etkili bir sahne düzeni nasıl olur?

Mekanın yanı sıra, eski dünyanın tiyatro deneyimi açıkça tanımlanmış bir zamansal bileşene sahiptir. Başı ve sonu vardır. Zamansallığın nasıl işleneceğini ve dijital alanda kendimizi nasıl ifade edebileceğimizi düşünmek zorundayız.Daha fazla göster

Bildiğimiz tiyatro deneyimleri doğrudan ve canlı olarak gerçekleşir.

Ama ‘’CANLI online’’ aslında ne demek? Canlı kendini canlı hissettirmeli. Ama internetteki izleme alışkanlıklarımız her canlı-deneyimi bu şekilde açıklamak zorunda değildir. Bu yüzden canlı deneyimin, süreli bir “yayın” veya kalıcı olarak izlenilebilir bir videodan ne gibi farkları olması gerektiğini düşünmeliyiz. ‘’Özel canlı an’’ nedir?

Canlılık internet üzerinden nasıl aktarılabilir? Hangi göstergeler zamanımızdaki “tarihli günlük gazete” ye karşılık geliyor? Tiyatro deneyimi belirli bir tarih ve belirli bir zaman dilimi ile birlikte mi tanımlanır?

Anahtarlardan biri seyirciyi dahil etmekte yatar. Çünkü seyirci kararlı veya yaratıcı bir şekilde müdahale edebilir veya en azından deneyim hakkında bilgi alışverişinde bulunabiliyorsa, farklı bir fiziksel konumda olsa bile canlılık, eşzamanlılık dışında bir şey algılayamaz. Ve en iyi ihtimalle oyunun bir parçası olur.

SEYİRCİ Boyutu

Online alanda; belirli beklentileri olan ve fiziksel bir alanı paylaşan bir kitleyle işimiz yok. Online seyirci potansiyel olarak daha çeşitli kitlelerdendir. Kullanım durumları ve koşulları da aynı şekilde çeşitlidir. Ekran boyutları, bulundukları alan, o sırada oyalandıkları eylemler… Tiyatroda dikkat genellikle bölünmez, bu durum bilgisayarın önünde ve evde öyle olmak zorunda değildir. Düşünürken, bu gerçekten yola çıkarak, daha bilinçli düşünmemiz gerekmiyor mu?

Dijital tiyatro deneyimini tam olarak kimin için oluşturuyoruz? Kaç kişi için? Ne tür katılımlara izin vermek istiyoruz? İzleyiciye bir yorumlama görevi vermek, izleyiciyi işin temeline veya daha da ötesinde çerçevenin tasarımına dahil etmek istiyor muyuz? Müdahale etmelerine ne ölçüde izin vermek istiyoruz?

Ve “yeni bir dünyada” bulunduğumuz için – orada gerçekten neyi keşfediyoruz? Hangi kültürel uygulamalar? Ve katılım olasılıklarının ve koşullarının bu açıklamaları nasıl oluşturulmuştur? Başlangıçta müdahale olmaksızın ‘’oyunun kurallarını okuduktan’’ sonra (estetik olarak) diğerlerinden ayrıldılar mı? Zaten kurguya mı yerleştirilmişlerdi? Bunun için hangi iletişim kanalı kullanılıyor? Tüm kuralların tüm katılımcılar tarafından açıkça kabul edilmesini ve uygulanmasını nasıl sağlayabiliriz? Kurallar kapalı mı açık mı? Seyircinin ne ölçüde bir etkisi var? Belki de her şeyi tamamen bozacak kadar bir etkisi var mı?

Sonuç olarak, belki de en önemli soru şudur: Aslında ne kadar kontrolden vazgeçmek istiyoruz?

KONTROL KAYBI Boyutu

Bu, bizi daha önce sarsılmaz olan inançlarımıza derinden müdahale edebilecek önemli bir noktaya taşıyabilir.
Seyircimizle nasıl bir ilişkimiz var?
Radikal olarak yeniden düşünmek zorunda mıyız? Koreografili bir ön oyundan, gruba özgü bir içerik geliştirmeyi mi hedefliyorsunuz? İnsan merkezli tasarıma doğru mu yol alıyoruz? Ayrıca, birden fazla sese izin verme özelliğini geliştirmekten de bahsedebiliriz: bir işe mümkün olduğunca çok perspektiften bakan, onu inşa eden ve şekillendiren sesler. Sınırlarını test etmek için oyunu hacklemeye bile çalışabilirler.

Bu artık bireysel olarak “doğuştan yetenekli sanatçı” veya klasik ve hiyerarşik olarak yapılandırılmış tiyatroya bağlanamaz. Yorumun tekil egemenliği güle güle, önceden tasarlama gücü güle güle! Sunumdan üretime (kullanılabilir bir durum).

Ama bundan çok şey de kazanabiliriz. Zeki ve aktif olarak rol alan, öğrenebilen ve büyüyebilen, hatta genel çalışmada kendi yaratımının bir parçası olabilecek bir kitle -ve bu kitle yine gelecek. Ve yanında daha fazla insan getirecek; çünkü kendisi yaratıcı süreçte yer alıyor ve sonuçta kendi kimliğini gösteriyor ve süreci iyileştirici olarak hissediyor.
Ancak bu, biz içerik oluşturanlar için ne anlama geliyor?
Sonuçta, ortaya çıkan çalışmanın yazarlığını paylaşmak zorunda mıyız?!

İŞBİRLİĞİ Boyutu

Paylaşımdan bahsetmişken. Bir adım daha ileri gidelim.

Nerd’ler arasında ‘’açık kaynak kültürü’’ olarak kabul edilen şey, (kod paylaşımı, kodun kullanılabilir hale getirilmesi ve daha da geliştirilmesine izin verilmesi ve buna sevinilmesi (!), kişinin kendi kodunun kullanılması ve yorumlanması ve daha fazla geliştirilmesi) sadece tiyatro bağlamındaki olağan çalışma ritimleriyle değil, her şeyden önce sadece yeni olanın gerçekten ilginç olduğu geleneksel fikriyle çelişir.

(Bu, çevrimiçi ortamda gerçekleşen ve “dijital tiyatronun başlatıcıları” veya “kendiliğinden ilan edilmiş öncüler” tarafından bağımsız sahnedeki projeler ve tartışmalar yapıldıktan sonra oluşturulan güncel raporlarda da görülebilir. Evet, bu bir zamanlar ana akım değildi, bir zamanlar bu çok da önemli değildi.)

Şu an, korona kaynaklı izolasyon zamanlarında, sonsuza kadar sürecek gibi görünse bile: Hepimiz devlerin omuzlarında duruyoruz (m / f / d, male/female/disabled). Neden kökenleri ve kaynakları açıklamıyorsunuz, neden birbirinizle ilişki kurmuyorsunuz, neden ortak bir alan açmıyorsunuz, cihazları birbirinizle paylaşmıyorsunuz, uygulamaları karşılaştırmıyorsunuz, neden bir kez olsun görev odaklı bakmıyorsunuz? Neden bilgi kurumlar arasında paylaşılmıyor? (Spoiler: Belki bilgi bu şekilde azalmıyordur.)

Fazla mesai, yerleşik iş süreçlerinden vazgeçme, kendi “markanızın” olası bir sulandırılması korkusu gerçekten bu kadar büyük mü?

Ve büyük olasılıkla oldukça farklı alarm zilleri çalıyor: hepimiz, işin her aşamasında ortak düşünüp, sınırları zorlayarak çalışılan, ama işin sonunda eserin altında bir veya birkaç ismin olduğu, bu tip takım çalışmalarını biliyoruz. “Takım temizleme” (teamwashing) gerçek işbirliğini öldürür. (Neyse ki, bu tartışma özellikle geçen yıl ön plana çıktı ve umarım devam edecek. Bu, çoğu zaman tanınmayan, “dijital alanda çalışılması” için işin çekirdeğini inşa eden insanları etkiler. Sonunda tüm yaratıcı yazılımcıları, bağımsız sanatçılar olarak tanıma ve buna göre adlandırma zamanı gelmiş midir?)

İnsanlar arasındaki işbirliği her zaman karmaşıktır. İşbirliği, temel koşulların (finansal durumlar, aynı zamanda takımdaki rollerin sorumlulukları, yaratım özgürlüğü vb.) başlangıçta mümkün olduğunca şeffaf bir şekilde iletilmesine ve gerekirse dinamik süreçteki değişikliklere uyum sağlamasına yardımcı olur.

Her şey fazladan bir iş gibi mi geliyor?
Bu doğru. Ama yapılması gerekiyor.

Artık bu tür bir sürecin tasarımını, tüm süreçte işbirliğinin örgütlenmesini önemsiz veya olağan bir “idari çalışma” olarak değerlendirmemek daha önemlidir.

Bu, durumlar ve sistemler yaratma sanatıdır.
Belki de zamanın en önemli süper gücü.

Dünyanın Dönüşümü 2.POSTPANDEMİK TİYATRO

Belki hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, ama sonunda bu durum sona erecek.

Klasik kahramanın yolculuğu, yeni durumlara uyum sağlarken, birbirine bağlı ilerleyen ayrılma ve gelişme sancısına adapte edilirken yaşanan bu ebedi metafor, (umarım) şöyle biter: Kahramanlar hikayenin sonunda asıl dünyalarına geri döner, ancak deneyimleri sayesinde zenginleşirler.

Belki salgın sırasında yaşanan deneyimlerin kalıcı bir etkisi olacaktır. Tiyatronun yerine geçmek için değil, herkes tekrar onu dört gözle bekliyor olacak, ama belki de bir tamamlayıcı olarak: şehir toplumunun ara biriminde merkezi olmayan, ortak yaratımın olduğu bir laboratuvar, olası gelecekler için bir oyun alanı, ütopyalar için bir test alanı. Hakiki bir politik katılımın yerine geçmez, ama yine de “interaktif tiyatro” olarak geçer.
Hepimizin öğrendiği, eğittiği, birbirimizi bilgilendirerek, oradaki karmaşık dünyayla (daha iyi) başa çıkabileceğimiz bir yer.
Gelecekte, bu tür laboratuvarlara her zamankinden daha fazla ihtiyacımız olacak.

Christiane Hütter, serbest çalışan bir sanatçı ve diplomalı bir psikologdur. Oyun tasarımı ve hikaye anlatma yöntemini kullanarak sosyal sistemleri analiz etmiş, geliştirmiş, hacklemiş ve sanat, kent toplumu ve bilim alanında katılımcı projeler geliştirmiştir. ‘’Görünmez Oyun Alanı’’ (invisible Playround) ağını kurmuş ve tüm dünyadaki oyun odaklı kültürel projelerden sanatsal olarak sorumlu olmuştur. Dijital edebiyat platformu ‘’polyplot.io’’nun sahibidir. Frank Rieger ile birlikte etkileşimli bir şekilde ‘’Tehlikeli İnsanlar’’ romanını yazmıştır.

Metin, Christiane Hütter tarafından başlatılan ve 17-19 Nisan tarihleri arasında Berlin’deki Heinrich Böll Vakfı’nda, Christian Römer ve Heinrich Böll Vakfı’nın desteğiyle uygulanan ‘’Hackathon Dünyanın Dönüşümü’’ manifestosunun gözden geçirilmiş bir versiyonudur.
www.weltuebergang.net

Covid-19 Sürecinde Online Oyun İzleme Araştırması Üzerine Bir Söyleşi

Hazırlayan: İrem Uyum

Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü ve Kadir Has Üniversitesi Film ve Drama Oyunculuk Yüksek Lisans mezunu olan Tufan Afşar, 2005 yılında amatör olarak başladığı tiyatroya 2011 yılından bu yana profesyonel olarak devam etmektedir. 2016 yılında Ankara’dan İstanbul’a taşınan Tufan Afşar 2017’de “Tiyatro NOK”u kurdu. Oyuncu ve yönetmen olarak kendi tiyatrosu dışında başka tiyatrolarda da üretmeye devam eden Tufan Afşar’a ‘’Covid-19 Sürecinde Online Tiyatro İzleme’’ başlıklı araştırması üzerine fikirlerini sorduk.


Bize çalışmanızdan bahseder misiniz?

“Covid-19 Sürecinde Online Tiyatro İzleme” başlıklı araştırmaya başlamamın çıkış noktası, bu salgın sürecinin ilk şokunun atlatılmasının ardından önce yurt dışından sonra da yurt içinden tiyatroların oyunlarını online izlemeye birbirleriyle yarışırcasına açmaya başlamaları oldu. Hatta Tiyatro NOK olarak biz de iki oyunumuzu izlemeye açtık. Tiyatro camiasından insanlarla geleceğimiz nasıl olacak, ne yapacağız diye düşünürken bu online oyunlar üzerine de sık sık konuştuğumuz dikkatimi çekti. Konuştuğum tiyatrocu arkadaşlarım bu duruma tiyatronun geleceği açısından genel olarak mesafeli yaklaşıyordu. Ben zaten birkaç senedir online oyun oynama ve izleme, tiyatronun günümüz teknolojik gerçeklerinden ve gelişmelerinden yararlanması gibi faktörlerin tiyatroyu nasıl değiştirmeye ve dönüştürmeye zorlayacağı üzerine düşünen biriydim. Tiyatrocuların bu online oyun izleme durumuna genel olarak olumsuz yaklaştığını görünce, seyirci açısından nasıl algılandığını merak ettim. Sonuçta bizler işlerimizi kendimiz izlemek için değil, hangi mecrada olursa olsun seyirci ile buluşturmak için üretiyoruz. Hem seyircinin bu gelişme karşısındaki tutumunu gözlemlemek, hem bir sanatçı olarak içinde bulunduğumuz bu salgın sürecinde sanatımızın algılayıcısı olan seyircilerimizi daha iyi anlamak, hem de bu sürecin etkilerini ileride işe yarayacak şekilde objektif biçimde incelemek istedim ve böyle bir araştırma başlattım.

 Yaptığınız anket sonucunda kaç kişiye ulaştınız ve nasıl sonuçlar aldınız? Ulaştığınız sonuçları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bunları sizinle paylaştığım zaman ankete başlayalı 20 gün gibi bir süre oldu ve yaklaşık 250 kişiye ulaştım. Fena bir sayı değil fakat pandemi süreci bitmediği için ben de bir süre daha yanıtları toplamaya devam edeceğim.

Şu anda elimdeki sonuçlara göre kesin çıkarımlar yapmak istemiyorum, ancak seyircilerin ya da tiyatrocuların genel olarak online tiyatro izlemeye ya olumsuz ya da temkinli yaklaştığını söyleyebilirim. Tiyatronun geleceğinde online izleme ya da online canlı oyunların varlığı konusunda da bir kararsızlık hâkim. Ama genel olarak tiyatrocular online platformlarda oyunların seyirciyle kayıtlı ya da canlı olarak buluşmasına karşı çıkıyorlar ve bunun sadece pandemi dönemiyle sınırlı olduğunu düşünüyorlar. Seyirci olarak anketi cevaplayanlar bu duruma bizlerin düşündüğü kadar keskin yaklaşmıyorlar.

Bir yandan tabii ki canlı izlerken aldıkları zevki alamadıklarını söylerken, diğer yandan ekran üzerinden izlemenin ve kolay ulaşılabilir olmasının hoşlarına gittiğini ve bir şekilde tiyatronun da orta yolu bulacağını hatta bulması gerektiğini belirtiyorlar. En azından bu sonuçlara bakınca, tiyatro üretenlerin, uygulayanların ve seyredenlerin aynı fikirde olmadığı görülüyor.

Bu çalışmayı yapan biri olarak içinde bulunduğumuz süreçte tiyatroda yaşananları ve önümüzdeki günlerde tiyatro adına yaşanacak gelişmeleri nasıl yorumluyorsunuz?

Tiyatro bildiğimiz üzere şimdi ve burada var olan bir sanat, bu yüzden mekânı ve zamanı canlı olarak paylaşmak bu sanatın doğası. Bunun yanı sıra pandemi süreci bazı taşları yerinden oynatsa da, zaten sosyal medyanın etkisiyle izleme alışkanlıklarının farklılaşmış olduğu ve tiyatronun da buna göre kendisini yeniden konumlandırması gerektiği aşikardı. Pandemi bu süreci hızlandırdı diyebiliriz. Belki yine tamamen online oyunlara yönelmeyeceğiz ancak gerek izleme alışkanlıkları, gerek ülkedeki her yere ve herkese ulaşabilme kolaylığı; yeni teknolojileri tiyatroda kullanılabilir hale getirme gerekliliğini iyice ortaya çıkarmıştır. Bir de elbette üzerimizde pandemi döneminin getirdiği bir umutsuzluk havası var, bunun da temel sebebinin geleceği öngörememek olduğunu düşünüyorum. Bağımsız tiyatro mekanlarına ve buralarda çalışan emekçilere devlet tarafından doğru düzgün, hatta hiçbir maddi destek, ileriye dönük planlama ve çözüm önerisi sunulmadığı için tiyatro emekçileri olarak zor durumdayız. Şu an yaşadığımız bu zor durum, bizim geleceğimizi de etkiliyor. Ayrıca salgın sürecinin nasıl devam edeceğini de bilemiyoruz. Biz sezonu kapattık, yazın da hiçbir etkinlik yapılmayacak diye düşünürsek, Ekim ve Kasım’da neler olabileceğini kestirebiliyor muyuz? Hayır. Peki öngörülenler haricinde bir durum oluşursa, kendimizi yine de temel yaşamımızı idame ettirecek güvende hissediyor muyuz? Kesinlikle hayır. İlk şok dalgasında destek vermeyen devletin, sonbaharda ikinci dalga yaşanırsa destek vereceğine, hazırlık ve çözüm önerileri getireceğine güvenebilir miyiz? Ben şahsen güvenmiyorum. Peki o zaman bu sorunun başında bahsettiğim gibi “şimdi ve burada” var olan bir sanatın icrasına nasıl olanak sağlanacak? Haydi Kasım ayında her şey yoluna girdi diyelim. Dünya üzerinde bir ikinci dalga beklentisi ve her an tedbirli olma havası varken, seyircileri salonlara çekebilecek miyiz? Bizler de tüm bunlara hazırlıklı olmak adına, bu araştırmada bahsi geçen, oyunları online olarak yayınlama ve hatta oynama konusunda bir şeyler yapabilir miyiz diye ciddi bir beyin fırtınası yapma zorunluluğunda hissediyoruz. Biraz ütopik bir hayalle, umuyorum ki çok yakın zamanda tiyatro için “Vay be, ne günler geçirdik zorlanarak, ama şu an her şey çok iyi gidiyor yahu” diyebileceğimiz günlere kavuşuruz. 

Home Ofis Tiyatro

Fabian Raith

Çeviren: Erce Kardaş

Royal Court Theatre- Cyprus Avenue

Her şeye rağmen, şimdi nasıl tiyatro yapabiliriz?

Her şeyden önce: Mevcut durumumuz kesinlikle istisnadır. Umarız, kamusal ve tiyatro alanında, böylesine büyük bir kesimin, bu kadar hazırlıksız olduğu bir dönemi tekrar yaşamayacağız. Bununla birlikte, bu süreç, tiyatro için hem analog hem de dijital olarak yeni yapılar ve formatlar geliştirme fırsatı olabilir. Ve: Hepimiz bunun içindeyiz. Korona hepimizi etkiliyor ve hem finansal, hem de sanatsal zorlukların üstesinden ancak birlikte gelebiliriz. Haydi konuşalım. Bu metin, bu konuya ivme kazandırmayı amaçlamıştır.

İki perspektiften bakmamız değerli olur. Bir yandan, tiyatroya bağlı dijital dramaturjilerin neye benzeyebileceğine dair tezler açan bir teorik görüş, diğer yandan tiyatronun korona salgınına verebileceği kısa vadeli tepkiler hakkında sorular.

1.Dijital hikâye anlatımıı genellikle bireysel olarak çalışır. – Paylaşım kolektiftir.
Ekranların önünde bir şey tüketen insanlar, televizyonlar hariç, genellikle bunu tek başına yaparlar. Bu, deneyimin bireyselleşmesianlamına gelir – en iyi durumda, hem hız, zamanlama hem de bütünlük açısından. Bu, dijital dramaturjilerin bu deneyime adapte olmasını ve seyirciye tüketim süreci üzerinde özerklik vermesini gerektirir. Değişim sürecinde, paylaşılan performansı takip eden kişi, kaçınılmaz olarak sosyaldir ve olay sosyal bir alanda gerçekleşir. Bu mekanın nasıl tasarlandığına dair karar, dijital tabanlı her anlatının temel bir parçası olmalıdır.

Daha fazla göster

Daha az göster

2.Dijital izleyici bir aktör

Dijital alandaki izleyici, her zaman gitme özgürlüğüne sahiptir. Başka dijital alanlara geçiş yapabilir, başka şeyler izleyebilir ve dinleyebilir. Bunu oturduğu sandalyeye hapsolmadan yapar. Dolayısıyla, doğrudan performans içindeki bir aktör olarak yer alır. Dijital prodüksiyonlar bu nedenle, izleyiciye anlatı ve deneyim üzerinde hareket etme gücü vermeli ve izleyiciyi aktif paylaşımcıdan, eserin bir parçası olan oyuncuya dönüştürmelidir. Ya da başka bir deyişle: artık olay sanatçıları bir kahraman yolculuğuna göndermekle ilgili değil. Bunun yerine, seyircinin kahraman olarak dijital tiyatronun içinde yolculuk etmesini sağlayıp,  geriye dönme yolları sunarak, yolculuğu sürdürmesini sağlamaktır.

3.Dijital anlatım geçicidir.

Dijital toplum, hız ile beslenir. Korona krizi sürecinde, kararların ne kadar hızlı değişebileceğini görüyoruz. Dijital öncesi dönemde bu tür kapsamlı önlemler mümkün olmamıştır. Bu nedenle dijital anlatım çağdaş olmalı, olaylara hızlı tepki vermeli ve anlatımda özgürlük yoluyla akut gündelik olaya yer açmalıdır. Ve: Aynı zamanda tiyatroda olduğu gibi, kendini yeniden işlemesi daha hızlı gerçekleşebilir.

4. Dijital hikâye anlatımı dijital ile ilgili olmak zorunda değildir.

Bir eser, teknolojinin tema olarak kullanıldığında ya da posthumanistlik işlendiğinde daha dijital hale gelmez. Onu daha çok besleyen, bireysel ve dijital deneyimdir. Ancak bu dijital deneyim, toplumun dijitalleşmesi ile bağlantılı değildir.

5. Dijital tiyatro multimedyada ve sınırsız
Dijital tiyatro anlatıları, tiyatronun yerini sosyal alan ve sosyal deneyim olarak karşılamayacaktır. Ancak, kendine başka öğeler ekleyebilir ve böylece sosyal deneyime dayalı multimedya anlatılarını etkinleştirebilir. Bu şekilde, performans uzatılabilir, salona girişten çok önce başlatılabilir ve salondan çıkışta da devam ettirilebilir. Bu, izleyiciyle farklı şekilde ilgilenmenin ve farklı bilgi tabanlarının yaratılmasının yollarını açar, örneğin, belirli bilgilerin yalnızca belirli insan gruplarına oynandığı bir yapı.

Uygulama
Kimse bu kısa sürede insanlara çekici gelen seks içerikli, insanı kilitleyen uygulamalar geliştiremez. Bu uygun ve mantıklı değil. Ancak şunu fark etmek önemlidir: seyirci hala orada, sadece evde.
Kısa vadede, insanları oldukları yerden, yani Instagram’dan, haberlerden ve habercilerden çekmelisiniz. Tiyatro fiziksel deneyimlerle yaşar. Şimdi uygulama geliştirme fikri çekici, ancak önümüzdeki iki ay içinde bu alanda bir şey geliştirmek imkânsız olabilir. Bu nedenle, önümüzdeki haftalar içinde geliştirilebilecek üç fikir:

1. İzleyiciyi aktör yapmak ve topluluğu vurgulamak
İnsanlara, son yılların en popüler performanslarının kostümleriyle yapılmış Instagram filtreleri verin. Bunu yapabilecek biri var mı? Şimdi bunu öğrenme zamanı. Ayrıca harika: dijital topluluk için bir challenge. Bunun için kimin fikrine ihtiyaç var: quarantale.com’daki Christiane Hütter ilk önerileri yaptı. Ortak bir monolog oluşturuldu ve daha sonra bir topluluk üyesi tarafından müziğe dökülüp, yaygın ve iyi yönetilen bir Google dokümanı ortaya çıktı. Hedef, kitlenin harekete geçmesini sağlamak ve herkesi ilgilendiren bir sosyal bağlantı oluşturmakla ilgili.

2. Olağanüstü, geçici deneyimler yaratın
Schaubühne’nin oyuncusu Felix Römer, balkonunda komşularına keman çaldı, piyanist Igor Levit her akşam oturma odasında konser veriyor, yazar Ilona Hartmann laptopundan, Drosten, Stermann ve Grissemann’ın yaptıkları hakkında ‘’ Hoşeldin Avusturya’’ adlı bir şiir yazıyor  – bunların hepsi kısa ve kilitli günlerimize, hayatımıza çeşitlilik getiren anlar. Elbette, tiyatronun buna nasıl dâhil olabileceği ve zenginleştirilebileceği konusunda zaten fikirler var, eğer yoksa: Online bir koro da kurulabilir. Bunlar Insta’da veya bir habercinin yayın kanalında paylaşılabilir.

3. Sosyal izolasyonun müziği
Sosyal mesafe muhtemelen bir süre için gündemimizde olacaktır. Bu, uzun bir süre boyunca, birçok insanın sadece yakın çevresindeki insanları göreceği anlamına gelir. Burada tiyatrolar diyalog için yeni biçimler yaratabilir ve örneğin, seyirci tartışmaları, kişiselleştirilmiş sesli mesajlar veya radyo oyunları yoluyla yeni değişim yolları açabilir. Genel olarak: Sesli mesajlar performatif etkinlikler için çok fazla potansiyel sunar.

Orta vadede, internette, evde yapılan dijital formatlar geliştirilebilir. Diyaloglu sahnelerin aynı yerde konuşulması zorunlu değildir. İnternette otostop yapmak gibi, linkler ve canlı yayın rehberliğinde. Google Maps’de bir gezinti, belirli yerlerde olan dosyalarla, haritanın linki gönderilir. Orestes’in dijital olarak oluşturulan gizli bir nesnesi, izleyicinin bakışları altında serbestçe dolaşabilir ve aynı zamanda eski sahnelemelere yeniden bağlanmalarına izin verilebilir. Metinlerarasılık muhtemelen tiyatro ve dijitalliği en çok birleştiren şeydir. Çılgın düşün, naif değil.

Korona, formatları dijital olarak düşünebilen ve interneti bir üretim yeri olarak algılayan bir tiyatronun uzun vadeli gelişimine olan ihtiyacı da vurgulamaktadır. Tiyatrolar, internet için prodüksiyon yapan kişilerle çalışmalı ya da bu kişilerle bağlantı kurmalı. İster programda yer alan dijital bir topluluk olsun, ister Barcamps veya küçük dijital formatlar ile geniş dijital fikirlere sahip insanları eve getiren bir dizi etkinlik olsun, ya da tiyatronun prodüksiyonlarının dijital arşivinin oluşturulması gibi.

Durum herkes için yeni, bunu bir hazine avı keşfetme ve devam etme fırsatı olarak görebiliriz. Henüz mümkün olmayan şeyleri değiştirmek, bir Insta hikâyesinde ortaya çıkan veya insanları pencerenizden dışarı bakmaya teşvik eden çok küçük yeni bir fikri formüle etmek kadar değerli bir adımdır. Yani: Hepimiz bunun içindeyiz. Birlikte yalnızız, ama birlikte yeni şeyler denemeliyiz.

Karantinadaki Çekirdek Ailenin Anlatılması

Bettina Fraschke

Çeviren: Birce Kardaş, Erce Kardaş

Thalia Theater- Moby Dick

Tiyatro yönetmeni Kay Voges, Korona zamanlarında online-yayın ve salgınla ilgili oyunlar hakkında konuşuyor.

  • – Korona krizinden dolayı tiyatro da sessiz.
  • – Yönetmen ve genel sanat yönetmeni Kay Voges, salgın hakkında birçok oyunun yazılmasını bekliyor.
  • – Oyunların sadece sanal ortamda bulunma mazeretiyle oraya konulmasından korkuyor.

Kay Voges, 1972 yılında Almanya’nın Düsseldorf şehrinde doğdu, 2010 yılından beri Schauspiel Dortmund’un genel sanat yönetmenidir. Bugünler de Frankfurt’daki çeşitli sahnelerde Lucia Ronchetti’nin çok eski bir opera eseri olan ‘’Inferno’’nun yönetmeni olarak faaliyet gösteriyor olacaktı. Bu yaz Volkstheater Viyana’nın genel sanat yönetmeni olarak görev almaya başlayacak.

Sayın Voges, tiyatro oldukça analog bir sanat dalı. Sizce bin yıllardır süre gelen gücünün sırrı nedir?

Tiyatro, oyuncu ve izleyicinin birlikte bir zamanı ve mekânı paylaştığı bir anda gerçekleşir.  Ortak yaşanan bu zaman oldukça özeldir ve bu ölçüde de tiyatro hep bir ‘’Şimdiki Zaman Tiyatrosu’’dur. Paylaşılan mekân söz konusu olduğunda ise, bunun hep bir tiyatro salonu olması gerekip gerekmediği sorgulanabilir. Ve sanal ortam bir alternatif olarak değerlendirilebilir.

Korona zamanlarında kapanmak zorunda kalan birçok tiyatro, çözüm yolu olarak dijital gösterimler sunmayı deniyorlar.

Şöyle bir tehlike görüyorum. Oyunlar sadece sanal ortamda bulunma mazeretiyle oraya konuyor.      

Siz hiç online yayınlanan bir gösteriyi izlediniz mi?

Evet. Ama aralarındaki ayrımı yapmak lazım: Orada bulunmadan bir canlı yayına mı katılıyoruz, yoksa bir kayıt mı izliyoruz? Kaydedilmiş gösteriler tarihi bir değer taşır, ama bunlar, tiyatro kavramının tanımı tam olarak karşılamaz. Bu daha çok tarihsel anlatıya yakındır, çünkü izleyiciler oyunun gerçekleştiği ana katılmamışlardır. Eğer tiyatronun geleceği böyle olacaksa, bu oldukça üzücü bir gidişat olur.

Korona zamanında tiyatro: ‘Hep sanallıkla birlikte düşünüldü.’

Tiyatroya yeni alanlar kazandırma çabanız nasıl gerçekleşiyor?

Açıkçası, eşzamanlı olmayan eş zamanlılığı belirgin kılmak, bana heyecan veriyor. 2013 yılında ‘’Altın Çağ’’ adlı oyunda, Ukrayna’nın başkenti Kiev’e bağlanıp, Maidan Meydanı’ndaki protestoları canlı yayınlamıştık. Bunu yapmaktaki amacımız şimdiki zamanı bambaşka bir yerdeki şimdiki zamanla ilişkilendirmekti.

Bu bakış açısıyla tiyatrolar neleri iyi yapabiliyor?

Sanallık zaten tiyatronun doğasında olan bir şeydir. Geçmişin hayaletleri tekrar tekrar sahnenin içinden havaya doğru yükselir. Tiyatro her zaman böyle hikâyeler anlatmıştır. Tiyatro üretenler, sanal çağda hikaye anlatımı konusunda uzmandırlar. Bunun için güncel olarak hâlihazırda var olan teknik araçların kullanılması oldukça doğaldır.

Peki tiyatro üretenlerin neleri daha iyi öğrenmesi gerekiyor?

Tiyatrolar zaten bir süredir bu dönüşümün bir parçası. Tiyatroların endüstriyel çağdaki ana öğesi, örneğin, sahne teknisyeni tarafından kullanılan makinalardı. Şimdi ise, ışık bilgisayarlarla komut ediliyor. Akademimiz bunu yapmak için var zaten: bir yandan eğitim veriyor, diğer yandan ise bir şeyleri denemek için bir alan oluşturuyor. Bu deneme sürecinde yanılabiliriz de, ama bu öngöremeyeceğimiz yanılabilme zaten,  birçok kişinin aksini iddia etmesine rağmen, normal üretim sürecinin bir parçasıdır.

Mevcut fikirler neler?

İzleyicilerin verilerini toplayabiliriz ve her konuğun şahsına özel algoritmalar yazıp, ağlar inşa edebiliriz. Twitter aracılığıyla, izleyicileri sahnede olup bitenlerin bir parçası haline getirebiliriz.

Korona-Krizi: Katılım, tiyatro için tek çare değil.

Kay Voges’e dair..

Kay Voges Dortmund Tiyatrosu’nda  ‘’Tiyatro ve Dijitalleşme Akademisi’’ni kurdu. Voges, 2018 yılında, Paralel Dünya adlı oyunu sahneledi. Dortmund ve Berlin’de sahnelendi. Her sahnedeki oyundan video görüntülerini, diğer sahneye aktardı. Böylece iki farklı tiyatro topluluğu etkileşmiş oldu. Dortmund Tiyatrosu’nun web sitesinde ise tiyatronun canlı bir online-oyun programı bulunuyor.

İçinde bulunduğumuz zamanda, ‘’katılım’’ kavramı internet için sihirli bir anahtar kelimeye dönüştü.

Tiyatronun önemli bir unsuru olabilir, ama yine de geleceğin tiyatrosunun her derdine deva olacak bir çare olarak düşünülemez. Tiyatrodaki katılım daha çok izleme, duyma, düşünme, empati kurma faaliyetlerin gösterilmesi ile gerçekleşir.

Yeni formlarla olan deneyimleriniz nelerdir?

Ne kadar çabuk geliştikleri. Mesela 2015’te bir Hamlet gösteriminde yoğun çabalar sarf ederek elde ettiğimiz şeyler, bugün teknik standart olarak kabul ediliyor. Sürekli bir araştırma içerisindeyiz.

Ne üzerine araştırmalar yapıyorsunuz?

Örneğin artırılmış gerçeklikte, izleyici sahnede ve cep telefonunda bir şeyler görür. Yapay zekânın oyunda bir karaktere, diğer oyuncunun partnerine dönüşmesi gibi. Robotik bilim alanın, sahneler arası dönüşümlerde kullanılması gibi. Bir yandan da farklı yerlerden birbirine bağlanabilen anlatıların, nasıl gerçekleşebileceğini araştırıyoruz. Ya da: seyircinin, sanki sahnedeymiş gibi duymasını nasıl sağlayabileceğimizi, işitsel deneyimini nasıl zenginleştirebileceğimizi araştırıyoruz.

Bu deneyip-görme neden bu kadar önemli?

Dediğimiz gibi, tiyatro aynı zamanda ve mekânda bir birliktelikle gerçekleşir. Zaman faktörü, yani şimdiki zaman, oyunculuğun bir görevidir. Doğası gereği uçucudur ve dolayısıyla bir sorumluluk taşır. Kendimize sormamız gereken soru ortaya çıkar: Bizim şimdiki zamanımız nedir? Dünya küreselleşiyor ve ağlarla örüldü. Bundan bahseden bir şey anlatmak istediğimizde bunu bir sahne üzerinde de yapabiliriz. Ama aynı zamanda mekânı genişletip yayabiliriz. 

Yönetmenin tahmini: Tiyatro, Korona krizini anlatacak.

Örnek verebilir misiniz?

Umuyorum ki tiyatroda, Korona salgınını ele alan birçok akıllıca analiz, hipotez ve ütopya deneyimleyeceğiz.  Peki bunu nasıl anlatacağız? Mesela karantinada kapalı kalan çekirdek bir aileyi anlatabiliriz. Bunu muhtemelen sık sık göreceğiz, ama anlatıyı küresel boyutta da işleyebiliriz.

Sizce seyirciler buna katılacak mı?

İzleyicilerimizin, birçok tiyatro eleştirmeninden daha çok şimdiki zamanda bulunduklarına dair bir hissim var. Hemen hemen herkesin bir akıllı telefonu, Skype, Netflix ve e-mail adresi var. Bütün bunlar bizim şu anki yaşamsal gerçekliğimizin parçasıdır. Tiyatro yapanların bu unsurları dışarıda bırakması anakronik sayılır.

Sahne Sanatları internetten ne öğrenebilir?

Anlatı formları bir değişim geçiriyor. Bugün birbirimize gerçeği nasıl anlatıyoruz? Bir linkten diğer linke tıklayarak. Gerçekliğimiz, beş insanı beş perdede takip ettiğimiz tragedyalardaki gibi akmıyor. Dünyamız kadar sanal akışlara sahip olan anlatı yöntemleri bulmalıyız. Bu anlatı yöntemleri dünyamızın karmaşasına yaklaşabilmeli. Bunu hala Schiller ve Goethe’yle yapabilir miyiz? Salgınla birlikte dünya hiç girmediği kadar büyük bir dayanışma içerisine girdi ve böylesi tarihte görülmemişti. Bundan sonra klasiklere dönebilir miyiz? Ben buna şüpheyle bakıyorum.

Tiyatro: “Asıl Konu Sosyal Eşitsizlik”

 Peter Laudenbach (Süddeutsche Zeitung)

Çeviren: Erce Kardaş

Schaubühne-III. Richard

Mevcut kriz, birlikte sürdürdüğümüz yaşamımızı nasıl değiştirecek? Berlin Schaubühne’nin genel sanat yönetmeni Thomas Ostermeier ile Korona zamanlarında tiyatro ve toplum üzerine konuştuk.

Tiyatrolar kapalı, sanatçılar evde. Berlin Schaubühne’nin genel sanat yönetmenine gönüllü karantinasının son gününde ulaşıyoruz, çünkü çevresindeki bir kişi Korona testi pozitif çıkmış. Schaubühne, çalışanlarının çoğu için, kısa çalışma ödeneği yardımı başvurusunda bulundu.

SZ: Sayın Ostermeier, kriz süreci nasıl geçiyor?

Thomas Ostermeier: Yatağımızda kalarak dünyayı kurtarıyoruz. Bu benim hayalimdi. Ama aslında bütün günü tiyatrodan arkadaşlarımla video konferans yaparak geçiriyorum.

İnsanların yaşam mücadelesi verdiği bu süreçte, sanatın durumu nedir? Yoksa sanat, tekrar daha iyi günlerde elde edebileceğimiz, vazgeçilmez bir lüksümüz mü?

Olabilir. Ama krizin çok daha uzun bir süreye yayılması durumunda, çok daha kötü de olabilir. Günümüzde İtalya’daki hastanelerde hangi hastanın tedavi edileceğine karar verilirken, ileride de belki hangi kurumlara ve şirketlere ihtiyaç duyulacağına ve hangilerinden vazgeçileceğine karar verilebilir. Politikanın, o zaman da tüm kültürel kurumları kurtarıp kurtarmayacağını bilmiyorum. Ekonomik kriz zamanlarını çok iyi hatırlıyorum. O zamanki Berlin Belediye başkanı, kemer sıkma politikası ve bankalar için kurtarma paketleri nedeniyle, maalesef kültür alanı için yeterli paranın olmadığını söylemişti. Korona krizinden sonra işler gerçekten dara girerse, bu çok daha yoğun bir şekilde tekrar edebilir. Kurtarma paketlerinden sonra kemer sıkma politikaları gelirse, bunun kültür üzerinde etkisi olacaktır.

Sadece kültür alanında değil.

Ayrıca tüm sosyal kurumlar, kreşler, tüm olası girişimler ve yardım kurumları için. Bu, kentsel kültürün yoksullaşması anlamına gelir. Kriz şimdi çok fazla empati ve dayanışmaya sebep oluyor ancak daha uzun sürerse, sosyal kutuplaşmaya daha fazla yol açacağından korkuyorum. Dayanışma içten dışa, büyük vahşet ve şefkatle yan yana gidiyor. Yunanistan sınırındaki büyük insan hakları ihlalleri kimseyi rahatsız etmiyor gibi görünüyor. Virüs, kapitalizmin sosyal sertliğini arttıran ve hızlandıran bir yangın görevi görüyor. Korona krizinde yoksullar, zenginlerden daha fazla acı çekiyor. Çıkış kısıtlamaları ve kapalı okullar, iki çocuklu ve düşük gelirli bir aile için farklı, ev ve bahçeye sahip yüksek gelirli bir aile için farklı bir anlama geliyor.

Sanat, sosyal krizleri ve şimdi yaşadığımız durumu daha iyi anlamamıza ve bu süreci daha iyi yönetmemize yardımcı olabilir mi?

Evet, bu bir umut. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, üzülerek söylüyorum ki bunu krizden sonraki zaman için söyleyebilirim.  Şu an daha çok bir kış uykusundayız. Biz, her akşam, Schaubühne’nin bir oyun videosunu yayınlıyoruz. 20.000’e yakın insan izliyor. Çin’den inanılmaz yoğun bir seyircimiz var. Oraya sık sık turnelere gidiyoruz. Son günlerde Instagram hesabımızdaki takipçi sayısında büyük bir artış var.  Londra’da çıkan dergi  ‘’Time out’’, şimdi ismini ’’Time in’’ olarak değiştirdi, bizim hakkımızda şu başlıkla bir yazı yayınladı:  “Dünyanın en havalı tiyatrosu her akşam başka bir oyun yayınlıyor“. Bu çok güzel bir geri bildirim.

Yani tiyatroya ihtiyaç var mı?

Öyle gözüküyor. Bir televizyon kaydının bu biçimine bile bu kadar talep var. Krizden sonra tiyatro, performans deneyiminin paylaşılabileceği bir alan olarak da yeni bir anlam kazanabilir. Muhtemelen bir konserde veya tiyatroda, toplumun bir araya gelmesine dair bir açlık olacaktır. Tabi, krizden önceki zamanın kültürel altyapısına sahip olabilirsek ve söz konusu olduğu gibi, her şeyi kurtarmak zorunda kalmazsak. Belki de büyük siyasi ve sosyal meseleleri müzakere eden bir tiyatroya muazzam bir ihtiyaç olabilir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’dakine benzer bir durum yaşayabiliriz. Alman memleket filmleri savaştan sonra başlamıştı. 

Kriz, toplum olarak bir arada yaşama ve dayanışmaya hazır olma durumlarını nasıl değiştirecek?
O zaman soru şu: Nasıl yaşamak istiyoruz? Bu sorular krizden önce sorulmuştur. Salgın zaten meydana gelmiş tartışmalar ve çatışmalar için bir katalizördür. Salgının küresel kapitalizmin sorgulanmasına yol açacağı yönündeki romantik umudu paylaşmıyorum. Ayrıca sanat sayesinde, örneğin yoksullar için dayanışma ve empati gösterme konusunda, daha istekli olabileceğimiz beklentisine kuşkuyla bakıyorum. Toplumsal hareketlerde değişiklikler yapılmalıdır. Macron, neo-liberal emeklilik reformlarının bir kısmını, iki veya üç teatral prodüksiyonun eleştirmesi nedeniyle değil, onlara yönelik büyük grevler ve kitlesel protestolar nedeniyle geri çekti.

O zaman neden sosyal kriz durumlarını yaşayan insanların sanata ve tiyatroya ihtiyacı var?

Örneğin, sık sık vebanın Shakespeare döneminde Londra’da şiddetlendiği aklıma geliyor. Ölüm her zaman çok yakındı. Belki bu yaşam biçimi, başka bir açgözlülüğü tetikler, kalan anın tadını çıkarmak istersiniz. Bence tiyatroya bu kadar çok anlam yüklerseniz ya da tiyatronun, toplumun geri kalanından daha iyi bilmesini beklerseniz, tiyatronun beklenti sınırını aşarsınız.

Felsefe veya sosyoloji gibi diğer disiplinler, bu konuda daha verimlidir. Tiyatronun, örneğin çatışmalarla oynamak ve bunlara farklı açılardan bakmak için başka araçları da vardır. Ancak biyoloji ve virüslere, tiyatro ile nasıl tepki verebilirsiniz? Asıl konu sosyal eşitsizliktir. Sadece tiyatrolar kapatılmadan önceki gibi, kaldığımız yerden devam edebiliriz, muhtemelen daha katı koşullar altında.Ve muhtemelen toplumun, insan yaşamının ne kadar hassas ve savunmasız olduğu konusundaki duyarlılığı daha yüksek olacaktır. Bu hassaslığı beraber paylaşıyoruz