Simon Meier
Çeviren: Erce KARDAŞ
Milo Rau, İsviçreli bir yönetmen, Köln’de bir ailesi, Belçika’da ise bir tiyatrosu var. Korona onun için yaşlı beyaz adamın hastalığı. Dünyanın bu sessiz hali onun için coşku ve umut anlamına geliyor.
Milo, Korona ilk etkisini gösterdiği zamanlar yaşamını Almanya’da değil, Brezilya’da sürdürüyordun. O günü bana anlatabilir misin, ne zaman sen ve diğer insanlar ‘’Evet, artık devam edemeyeceğiz, tek yol eve gitmek.’’ kararını verdiniz?
Amazon’daki ‘’Topraksız Köylü Hareketi’’ ile birlikte iş birliği yapıyorduk. Yani, Bolosonaro’nun bir açılış konuşmasında, monokültüre sahip oldukları için silah şiddeti ile tehdit ettiği iki milyon ailenin temsilcileriyle. Anlaşmamız, Amazon bölgesinde ilk vaka tespit edilince iptal edildi. Enfekte olma ihtimali olan ‘’Topraksız Köylülerin’’ ve yerli halkın ailelerine geri dönme riskini göze almak istemedik ve hastalığın yayılmasını önlemek istedik. Mart ayının ortalarıydı.
Ve sonra ilk vaka ile karşılaşıldı?
Evet. Hatta eyaletteki ilk vaka – İtalya, İspanya ve Almanya’nın toplamı kadar geniş bir alandan bahsediyorum. ‘’Topraksız Köylü Hareketi’’ ile bir karar aldık: İşte o an geldi. Kasım ayında devam edeceğiz. İkna olması zor bir durumdu. Hatta paranoyakça bir histi. Çünkü kendi tiyatrom ve benim bölgemdeki tüm okullar kapanmış, insanlar karantinaya girmişken, Brezilya’dakiler hala bu durumun onları etkilemeyeceğini düşünüyordu. Bu duruma karşı, saf bir iradeyle başa çıkılabileceklerine inanıyorlardı. Evet dedim, bunu biz de düşünmüştük. Örneğin, ben gerçekten Korona’nın İtalya’yla sınırlı kalacağını, bu yüzden bir noktaya kadar Alpler’i geçmeyeceğini düşündüm. Biz Avrupalılar bunun üstesinden gelebilirdik.
Kulağa ‘’Gotthard Fetişizmi’’ gibi geliyor.
Çok tatlı, değil mi? İsviçre’den Almanya’ya zarif bir şekilde geçti. Tıpkı II.Dünya Savaşı’ndaki silah teslimatları gibi. O sırada biz Brezilya’da Brasilia şehrinin güneyinde olan Sao Paulo’ya doğru yol alıyorduk. Çünkü uçuş imkanı olan tek şehirdi. Nisan sonundaki uçuşlarımız zaten iptal edilmişti ve Avrupa sınırları kapatmıştı. Sao Paulo’da uçakta bir yer alabilmek için bekledik. Amsterdam’da indim ve ilk trenle Köln’e doğru yol aldım. Almanya’da çalıştığım bir kurum olduğuna dair fazladan birkaç belge yollatmıştım. Ama gümrükte kimsenin umurunda olmadı.
Şimdi ailenle evde misin?
Kız arkadaşım, iki kızım ve Minzi ile beraberim. Minzi kedimiz.
Evde eğitim mi alıyorsunuz?
Tabii ki. Ben matematikte çok iyiyimdir. Ama on yaşındakiler benim kadar iyi olamıyorlar.(güler) Bir de şunu fark ettim. Kızlarım, benim bir yetişkin olarak hayatımda kullandığım her şeyi biliyor. Toplama, çıkarma, çarpma, bölme, hepsini, ben sadece bunları kullanıyorum. Diğerleri, nasıl desem, inek öğrenciler için. On yaşına kadar zaten hepsini öğrenmiş oluyorsun. Büyük kızım on iki yaşında ve İngilizcesi benden daha iyi. Fransızca’da ona biraz katkı sağlayabiliyorum ve aynı zamanda Almanca ve tarih dersinde de birkaç tüyo verebiliyorum.
Hiç yoktan iyidir.
Diğer tüm derslerde, evde eğitim yoluyla öğrenme sürecini yavaşlatma eğilimindeyim. (birden zıplar)Bekle, kediyi dışarı çıkarmam lazım, onu buraya kilitlemiştim. Kızlarım beni rahatsız etmesin diye.
Çoğu kişi Korona’yı demokratik bir hastalık olarak tanımlıyor, demokratik bir tehdit olarak. Sen de öyle düşünüyor musun?
Böyle bir etki yarattı. İlk başlarda zenginlerde de görüldü, hareket halindeki küresel elitlerde. Ama hastalığın elitlerde görülmesi, demokratik olan tek andı. Ayrıca vebada da durum aynıydı. Demokrasi görüldüğü gibi kayboldu. Çünkü onlar acile gidebildiler ya da özel sigortaları sayesinde iyileşebildiler.
Ya da, İsviçre’de olduğu gibi, tıbbi bakım da dâhil olmak üzere korkunç miktarda parayla 24 saat otel odası hizmeti satın almak gibi.
Aynen öyle. Eğer bir gecekonduda yaşıyorsan, solunum cihazın yoktur ve hikâye de son bulur. Brezilya’da bu durumu görüyoruz, aynı şekilde mülteci kamplarında da. Hindistan’da göçmen işçiler destansı bir şekilde evlerine doğru yürürken, sokağın ortasında açlıktan ölüyorlar.
Normal şartlar altında sürekli dünya turu yapıyorsun. Kongo, Ruanda, Rusya, Irak ve Brezilya gibi ülkelerde yüksek politik malzemeleri kullanarak insanlarla projeler oluşturuyorsun. Bu birdenbire gelen sessiz süreçle nasıl başa çıkıyorsun?
Tabii ki, tüm sanatçılar gibi özellikle de ekonomik açıdan endişelerim var, ama onları mülteci kamplarındaki durumla karşılaştırırsanız, varoluş korkularımız ne kadar önemli? Sonra birkaç proje iptal edildi. Bu yüzden kendimden bahsetmek bana saçma geliyor, ama aynı zamanda anarşist bir neşe hissettiğimi de itiraf etmeliyim: Prodüksiyon şirketim ve tiyatrom da dahil olmak üzere bu devasa makine çok kolay bir şekilde durdu.
Çalışamadığından dolayı mutlu musun?
20 yıldır deli gibi çalışıyorum. Şimdi de deli gibi çalışıyorum. Bütün gün yazıyorum. Telefon görüşmeleri, canlı yayınlar ve podcastler. Geçtiğimiz birkaç hafta içinde kaç kişinin bunları izlediğini, uluslararası olanlar da dâhil, bunların tartışmalara nasıl yol açabileceğini öğrendim. Örneğin, Moria’daki mülteci kampına, güney İtalya’daki bir kampa ve Brezilya’daki ‘’topraksız köylü hareketine’’ canlı yayınla bağlanabiliriz: Küresel sorunlar için küresel iletişim. Aynı zamanda gelecekte sürekli uçmadan, politikada ve sanatta nasıl çalışmak istediğimizi düşünmeliyiz. Bu süreçte son derece hızlı öğreniyoruz.
Görünüşe göre akut bir varoluş korkun yok.
Var. Gent’te yönettiğim tiyatro bir devlet kurumu. Yaza kadar internet üzerinden yayınlar ile devam edip, yazı boş geçirsek bile bir kurtarma stratejileri var. Ama özel olarak kurduğum ve kendi işlerimi ürettiğim prodüksiyon şirketim (das IIPM, International Institute of Political Murder) yokuş aşağı gidiyor. Noel paralarını daha yeni ödedik. Yılın başı en verimli dönemimiz. Büyük turnelerin, yazın olacak festivallerin hazırlık dönemi. Bunların hepsi iptal edildi. Onlarca, yüzlerce turne gerçekleşmeyecek. Bunlardan gelecek para öylece yok oldu. Sanat tıpkı bir İtalyan restoranı gibidir. Eğer pizza satamazsan, sonun yaklaşıyor demektir: Kimse mükemmel bir pizza ustasısın diye, sana para vermez.
Bütün bunlara rağmen anarşist bir neşe ve esaslı bir rahatlama.
Mesela Cenevre’de bir opera sahneliyorum. Normal şartlar altında dramaturglar sürekli uçakla yolculuk halinde olurlardı ve bir hafta öncesinden programlı bir şekilde on kişinin takvimine göre organize olunurdu. Artık hiç plan yapmadan, Zoom ile on dakikanın doğrudan yeterli olduğunu fark ediyorsunuz. Bu bir hayal kırıklığı olsa da, aynı zamanda bunun iyileştirici ve özgürleştirici olduğuna inanıyorum.
Ne ölçüde?
Aniden, kapitalist elitlerin, tüm bu tasarımcıların, yöneticilerin, profesyonel değerlendirmelerin ve tartışmaların, “gerçek” çalışmaların haftada bir video konferansla yapılabildiğini fark ettik. Şans eseri, eğer küresel burjuvazi evde kalırsa ve hiçbir şey yapmazsa, bunun tüm sorunlarımızın çözümü olduğunu gördük. Onlara ihtiyaç yok, işe yaramazlar. Son derece güzel ve sakinleştirici bir deneyim olduğunu düşünüyorum.
Küresel ısınmanın, yöneticilerin jetleri ve benzerleri olmadan daha iyi yönetilebileceğini söyleyebilir misin?
Evet. Eğer bu durumdan ders almazsak, gerçekten düzüldük demektir. Ayrıca bunu hak etmiş de oluruz. Korona, iklim çöküşünün bir genel provası. Birkaç nesil boyunca durmanın mümkün olmadığı söylendi. Hepimiz piyasanın sadece küçük kuklalarıyız, sermaye büyük oyuncu ve peşinden gitmemiz gerekiyor. Ancak Korona sayesinde devletler, bazen biraz faşist bir şekilde de olsa: ‘’Şimdi her şeyi kapatıyoruz, sınırlar kapatılıyor, büyük şirketler kamulaştırılıyor.’’ dedi. Almanya’da vatandaşlık geliri bile tartışılıyor, Portekiz’de mültecilerin şartları düzenleniyor, kâr ekonomisinden yaşam ekonomisine geçiliyor. Veya daha basit bir ifadeyle: herkesin her zaman hareketli olması ve çalışması gereken tüm kapitalist çark, bir yalan maskesiydi. En azından Batı Avrupa’da, asgari çalışma ücreti artık sürdürülebilir değil.
Dolayısıyla iş, kapitalizm ve hareketlilik önemsiz. Son zamanlarda bir de petrol.
Biz petrol medeniyetiyiz. 19. yüzyılda kömür vardı. Ondan önce odun vardı ve yüz yıldır da petrolümüz var. Petrol fiyatı birkaç gün önce sıfırın altına düştüğünde, bu tarihte ilk kez yaşanıyordu, hemen bir besteciden borsanın bu eğrisini Wagner’in tarzıyla notaya dökmesini istedim. Yeni canlı yayınımız, “Direniş Okulu”nun jenerik müziği bu olmalı. Çünkü bu post-kapitalist gelecekten gelen bir melodi gibi kulağa çok güzel geliyor.
Çakır keyif bir durum gibi.
Tiyatrodaki bir başka besteci şu anda sahne için bir çocuk korosu teması üzerine çalışıyor. “Bella ciao” tarzında yeni bir halk müziği olmalı. Walt Whitman’ın 19. yüzyıl şiiri “I Body The Body Electric” den esinlenerek “petrol fiyatının sıfırın altına düştüğü gün şarkı söylüyorum” sözleriyle bir beste yapıyor. Benim için bu şiir her zaman estetik olarak bireysel kapitalizmin başlangıcıydı. Şimdi bu estetiğin sonuna geldik.
Görüyorum ki opera akımındasın. Cenevre, Wagner, korolar… Tiyatro yönetmenleri çok başarılı olduklarında opera yapıyorlar. Sen de mi?
Evet, aynen öyle, yönetmenler kariyerlerinin son aşamasına geldiklerinde Mozart, Bach ve Wagner ile içli dışlı oluyorlar. Schlingensief, Bayreuth’dan sonra kansere yakalandı. O zaman biraz daha hızlı olmam gerekiyor.
Bir keresinde Korona’nın postmodern egoların uzun zamandır olmak istediğimiz şeye, yani kurban olmaya izin verdiğini söyledin.
Hipsterlar tam da şu anda ölebilme ihtimalleriyle yüzleşiyorlar. Hepimiz kendimizi daha önce hissetmediğimiz kadar değerli hissediyoruz. Evet, Korona mükemmel bir salgın, ama bir yere kadar, çünkü gerçeğin başkalarına tekrar vuracağını biliyoruz: zayıflara, yaşlılara, Üçüncü Dünya’da karantinayı maddi olarak karşılayamayan insanlara. Boccaccio bunu “Decamerone” da çok güzel anlatıyor…
Dikkat, şimdi zorunlu «Decamerone» alıntısı geliyor!
… Floransa’da veba şiddetleniyor ve elitler lüks köy evlerine sığınıyor. Dünya nüfusunun yüzde 80’i için Avrupa’da yaşadığımız şey, cennet hayali. Rahat bir yerde yaşamak, yürüyüşe çıkmak, yiyecekler kapınıza geliyor ve para kazanmak için günde birkaç dakika Skype görüşmesi yapmak zorundasınız. Bu neoliberal kimlik politikalarının bir karışımı – bana dokunma, güvenli alanımda kalmak istiyorum – ve Küresel Güney’in emekçi kitlelerinin sırtında elit bir yaşam. Mükemmel bir postkahramancılık (postheroic) durumu: Evde oturabilir ve Birinci Dünya Savaşı’ndaki Thomas Mann veya Rilke gibi bir şekilde cephede hissedebilirsiniz.
Savaştayız. Ama vurulmuyoruz. Öyle mi?
Hatta şunu bile söyleyebilirim. Aslında bu kendi kendimize başlattığımız bir savaş. Korona çok kötü bir hastalık olabilir. Ama asıl virüs Kapitalizmdir. Ve yine de küçük bir ihtimal vurulabiliriz. Hepimiz ölen birinin tanıdığı birini tanıyoruz, öyle değil mi? Ve küresel çapta bir şeyler yapmamızın sebebi de bu: Yaşlanma, batı toplumlarını orantısız olarak etkiler. Korona, beyaz yaşlı adamın bir hastalığı. Ve bu şanssızlık içinde şans. Eğer öyle olmasaydı, Korona sıtma gibi olurdu: Yılda yaklaşık yarım milyon insan sıtmadan ölüyor. Koronadan çok daha fazla. Ama sıtma yüzünden hiçbir sınır kapatılmadı. Sıtmaya karşı koruyucu ilaçlar var. Ama Afrika için çok pahalılar.
Sana göre Korona ile ilgili en sıra dışı olan şey nedir?
Öncelikle toplumun merkezlerini etkileyen bir hastalıktır. Çevreye hızlı yayılan radyasyonun bizi etkileyeceğine daha çok inanıyordum. Ama aslında o açıdan bakarsan demografi tamamen farklı, o durumda insanlar daha genç. Alaycı gerçek şu ki, Güney Yarım küre Korona’dan değil, Korona’nın sonuçlarından ölecektir: ekonominin çökmesinden, fiyatların yükselmesinden, tedarik zincirlerinin bozulmasından, açlıktan. Benim için diğer alaycı gerçek süreç şudur: modern zamanların başlangıcında, grip veya kızamık gibi hastalıkların boy gösterdiği zamanlarda tüm uygarlıkları çekirdeğe, yani biz Avrupalılar onları yeni sömürgeleştirilen Amerika’ya getirdik. Ancak Korona dünyanın yeni merkezinden, Çin’den Avrupa’ya geldi. Bugün dünya ruhunun yaşadığı yer için biraz karanlık bir metafor olsa da, çok güzel değil mi?